31 Temmuz 2017 Pazartesi

GAZETECİLİK ETİĞİ: İNSAN TİCARETİ HABERLERİNDE ETİK SORUNLAR

Sorunların medyada haberleştirilme biçimi, toplumun bu sorunlara bakış açılarını da etkilemektedir. Dolayısıyla sorunların tanımlanma ve haberleştirilme biçimi, o sorunların nasıl çözülmesi gerektiğini büyük ölçüde belirlemektedir.

Etik açından sorunlu habercilik alanlarından birisi insan ticareti konusu. 2010 yılından beri, insan ticareti haberciliğinin nasıl yapılması gerektiğine ilişkin bazı atölye çalışmalarına eğitici olarak katıldım, en son da Viyana’da yapılan "İnsan Ticareti Suçuyla Mücadelede Medyanın Rolü" başlıklı çalıştayda Türk medyasının insan ticaretini nasıl haberleştirdiğini anlattım.  

Öncelikle insan ticaretinden ne anlaşılması gerektiğine bakalım: Türkiye'nin de taraf olduğu Palermo Protokolü (Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesine Ek İnsan Ticaretinin, Özellikle Kadın ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine, Durdurulmasına ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol), insan ticaretini “kuvvet kullanarak veya kuvvet kullanma tehdidi ile veya diğer bir biçimde zorlama, kaçırma, hile, aldatma, nüfuzu kötüye kullanma, kişinin çaresizliğinden yararlanma veya başkası üzerinde denetim yetkisi olan kişilerin rızasını kazanmak için o kişiye veya başkalarına kazanç veya çıkar sağlama yoluyla kişilerin istismar amaçlı temini, bir yerden bir yere taşınması, devredilmesi, barındırılması veya teslim alınması anlamına gelir. İstismar terimi, asgari olarak, başkalarının fuhuşunun istismar edilmesini veya cinsel istismarın başka biçimlerini, zorla çalıştırmayı veya hizmet ettirmeyi, esareti veya esaret benzeri uygulamaları, kulluğu veya organların alınmasını içerecektir” şeklinde tanımlıyor.

Bu tanım çerçevesinde, insan ticareti kapsamına kadın ticareti (kadınların fuhuşa zorlanması), emek ticareti (zorla çalıştırma, dilencilik yaptırma, düşük ücretle çalıştırma vb.), organ ticareti (organların alınması amacıyla kişileri kaçırma, kandırma vb.) ve çocuk ticareti (çocukların köleleştirilmesi, fuhuş amaçlı kullanımı, çocuk kaçırma ve satma) girmektedir. Konu hukuki olduğu için fazla ayrıntıya girmeyeceğim.

Türkiye, Palermo Protokolü'nü imzalamakla kalmadı, 2006 yılında Türk Ceza Kanunu'nda yapılan değişiklikle insan ticareti suçlarına oldukça yüksek cezalar da getirdi. TCK madde 80'e göre, insan ticareti suçunu işleyenlere (tacirlere) sekiz yıldan on iki yıla kadar hapis ve on bin güne kadar adlî para cezası verilmektedir

İnsan ticareti, insan kaçakçılığından farklıdır
Medyada yer alan haberlerde sıklıkla insan ticareti ile insan kaçakçılığının karıştırıldığını görüyoruz. İnsan kaçakçılığı, insanların iyi koşullar altında yaşama, iş bulma amacıyla veya yaşadıkları ülkedeki siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlardan dolayı ülkelerini terkederek yasa dışı yollarla başka ülkelere götürülmelerini anlatmaktadır. 

Şimdi şu haberlere bakalım: 

Anadolu Ajansı'nın "Nijerya'da 4 bin 724 kişi insan kaçakçılarının elinden kurtarıldı" başlıklı haberinde insan ticareti ile insan kaçakçılığı karıştırılmış. Haberin konusunun insan kaçakçılığı olduğunu haberin son paragrafından anlıyoruz: "Nijerya'da ekonomik kriz ve çatışmalar nedeniyle yüzbinlerce insan göç etmek zorunda kalıyor. Ülkedeki bir çok insan ise Libya üzerinden Avrupa'ya kaçmak için girişimde bulunuyor."

Hürriyet'in "İzmir'de Yunan adalarına gitmek isteyen 123 kaçak yakalandı" başlıklı haberinin son cümlesinde "Operasyon kapsamında ise ‘insan ticareti yapmak’ suçu iddiasıyla 1 şüpheli gözaltına alındı" ifadesi de insan kaçakçılığının insan ticaretiyle karıştırıldığını gösteriyor. 

Milliyet'in "KKTC’de kadınlar gece kulüplerinde fuhuşa zorlanıyor!" başlıklı haberi de özünde insan ticaretini konu almasına karşın, bu sorunu aynı zamanda insan kaçakçılığı olarak niteliyor.

Şimdi aradaki farkı kısaca özetleyelim: Eğer kişiler yasa dışı yollarla ve kendi istekleriyle başka ülkelere gitmeye çalışıyor ve birilerinden yardım alıyorsa bu insan kaçakçılığının konusudur. Eğer kişiler kendi rızaları dışında, kandırılarak ya da tehdit edilerek, pasaportlarına el konularak zorla çalıştırılıyorlarsa bu insan ticareti kapsamına girer. İnsan kaçakçılığı kapsamında pekala insan ticareti suçu da işleniyor olabilir. Örneğin, başka bir ülkeye kaçak yollarla götürülen kişiler eğer insan tacirleri tarafından alıkonuyorsa ve özgürlükleri ellerinden alınıyorsa insan ticareti söz konusudur. 

İnsan ticareti haberlerinde etik sorunlar

1. İnsan ticaretini fuhuş sorunu olarak görmek: Türk medyasında insan ticareti genelde fuhuş operasyonları ile gündeme gelmektedir. Bu tür haberler, olayın insan ticareti boyutunun görünmez kılınmasına hizmet etmektedir. Örneğin, Anadolu Ajansı tarafından 30 Temmuz 2017 tarhinde geçilen habere bakalım: Haberin başlığı, "İstanbul'da fuhuş operasyonu: 26 gözaltı" şeklinde. Haberin spotunda, "Aksaray'da bir eğlence mekanında yabancı uyruklu kadınların fuhuş amaçlı çalıştırıldıklarının belirlenmesi üzerine düzenlenen operasyonda 26 kişi gözaltına alındı" ifadeleri kullanılmış. Olayın insan ticareti kapsamına girdiğini şu ifadelerden anlıyoruz: "Operasyonda, iş vaadiyle Türkiye'ye getirildiği öne sürülen Ukrayna ve Moldova uyruklu 26 kadın gözaltına alındı." Haberde tacirlerden hiç söz edilmiyor. 

Bir başka habere bakalım. Hürriyet'in 2 Şubat 2017 tarihli ve "İstanbul'da fuhuş operasyonu!" başlıklı haberinin spotunda şu ifadeler yer alıyor: "İstanbul'un Silivri ilçesinde jandarma ekipleri tarafından, 5 otel ve 7 alkollü eğlence mekanına eş zamanlı düzenlenen operasyonda zorla fuhuş yaptırılan 84 yabancı uyruklu kadın yakalandı. Kadınlardan 13'ünde AIDS, Hepatit C gibi bulaşıcı hastalıklar tespit edildi." Haberde kadınların zorla fuhuş yaptırıldıkları belirtilmiş olmasına karşın insan ticareti suçundan hiç söz edilmemiş.   

2. İnsan ticareti mağdurlarının isimleriyle ve fotoğraflarıyla ifşa edilmesi:  Gazetecilik etik ilkeleri, mağdur konumundaki kişilerin kimliklerinin açıklanmasının doğru olmadığını söyler. Temel amaç da mağdur konumundaki kişilerin bir de medya eliyle mağdur edilmelerinin önlenmesidir. Ancak insan ticareti haberlerinde bu temel ilkenin gözetildiğini söylemek mümkün değil. Örneğin, Posta gazetesinde 27 Temmuz 2017 tarihinde yayımlanan "Alanya'da fuhuş operasyonu" başlıklı haber, insan ticareti mağdurlarının fotoğraflarını yayımlamakla kalmamış, uyruklarını ve isimlerini de açık biçimde yayımlamış. 

3. Haberlerde sansasyonel (kışkırtıcı) bir dil kullanılması: Özellikle internet haberlerinde ilgi çekmek için sansasyonel bir kullanıldığını görüyoruz. Bazı sansasyonel haber başlıkları:
Sözcü (19 Mayıs 2013): "Savarona randevu evine döndü!"
- Hürriyet (5 Mayıs 2008): "Türkler sarışın sever, boyatıp da gönder"
- Haber Vitrini (5 Ocak 2017): "2 fahişe 200 Van'lıya AİDS bulaştırdı"
- Habertürk (20 Ocak 2010): "Jüri seks kölesi seçti"

4. Nataşa etiketi: İnsan ticareti kapsamında Türkiye'ye getirilerek fuhuşa zorlanan kadınlara Nataşa denilmesi Türk medyasının 1990'larda icat etttiği ve izleri hala devam eden bir basmakalıp yargıdır. Nataşa haberlerinin de etkisiyle toplumda, Rusya'dan, Ukrayna'dan Türkiye'ye gelen kadınlara Nataşa etiketinin yapıştırılması olağan hale gelmiştir. 1990'lı yıllardan bir haber başlığı: "Bir gemi dolusu Nataşa geliyor" (Hürriyet, 13 Eylül 1988). Bir başka haber başlığı: "Kars'ta 5 fuhuş oteli kapatıldı: 20 Nataşa sınır dışı." Bir Nataşa başlıklı haber daha: "Türk erkeklerin Nataşa faturası 600 milyon doları buluyormuş." Son yıllarda Rusya ve Doğu Avrupa'dan gelen turist sayısının artmasıyla birlikte Nataşa etiketinin nadiren kullanıldığını görüyoruz. Ancak yine de toplumdaki Nataşa algısının tamamen ortadan kalktığını söylemek mümkün değil.

İnsan ticareti bütün dünyada giderek büyüyen uluslararası bir sorun. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2014 yılında hazırladığı rapora göre, dünyada yaklaşık 21 milyon kişi insan ticareti mağduru konumunda. Bunların yaklaşık 4.5 milyonu seks sektöründe çalışmaya zorlanıyor. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre 2005’te 256; 2006’da 246; 2007’de 148; 2008’de 120; 2009’da 102; 2010’da 58; 2011’de 82; 2012’de 55; 2013’te 21; 2014’te 50; 2015’te 108 ve 2016’da 135 kadın, insan tacirlerinin elinden kurtarıldı. Mağdur sayısının bu rakamlardan çok daha yüksek olduğuna hiç kuşku yok.   

İnsan ticaretiyle mücadelede medyaya da görev düşüyor. Medya öncelikle insan ticareti haberlerinde doğru bir dil kullanmalı, etik değerlere uygun ve mağdurları koruyucu bir habercilik yapmalı, sansasyonel habercilikten ve Nataşa gibi aşağılayıcı, ötekileştirici ve metalaştırıcı etiketler kullanmaktan kaçınmalı ve toplumu insan ticareti konusunda aydınlatacak ayrıntılı haberler yapmalıdır.  

Not: Yazıda ilgili haberlere link verilmiştir.

30 Temmuz 2017 Pazar

GAZETECİLİK ETİĞİ: SAHTE RÖPORTAJ

Gazetecilik etiği akademik ilgi alanlarımın başında geliyor. Bu konuda şimdiye kadar epey yazı da yazdım, okur temsilciliği, medya etik kurulu başkanlığı gibi mesleki görevlerde de bulundum. Bildiğim bir şey varsa, o da etik sorunların çetrefilli olduğudur. Bazı konularda neyin etik neyin etik dışı olduğunu söyleyebilmek o kadar kolay değil. Yine de bazı konular var ki etik tartışmaya bile girmeye gerek yok. Bunlardan birisi fabrikasyon, yani uydurma. Gazetecinin olmayan bir haber kaynağıyla konuşması, haber kaynağının söylemediği şeyleri söylemiş gibi yazması ya da haberi tümden uydurması (ki buna asparagas deniyor) asla kabul edilebilecek pratikler değil. Poynter Enstitüsü'nün konuyla ilgili yazısı şöyle başlıyor: "Çalıntı ve uydurma, gazetecilikte en ciddi etik ihlallerin başında başında gelir."

Gelelim bu yazıyı yazma nedenine. Akşam gazetesi, 27 Temmuz 2017 tarihli nüshasında manşetten David Kushner röportajını yayımladı. "Akşam özel röportaj" logosu ile verilen haberin üst başlığında "Trump'ın danışman damadı Türk basınında ilk kez Akşam'a konuştu"; başlıkta da "Türkiye'yle kavga edilmez" ifadelerini kullandı. Manşet haberde, ABD Başkanı Trump'ın damadı ve danışmanı Jared Kushner'in muhabire söyledikleri spotlar halinde aktarılmıştı.

Gazetenin internet sayfasında geniş biçimde yer alan habere göre, Akşam'ın Washington muhabiri Yavuz Atalay Kushner'le "ayaküstü sohbet" etmiş, bir de selfie çekmişti. Bu ayaküstü sohbette Jared Kushner gazeteci Atalay'ın sorularını cevaplandırmış ve Türkiye-ABD ilişkileri hakkında değerlendirmelerde bulunmuştu. Haberdeki soru ve cevaplar şöyle:

Son günlerde Avrupa’daki birçok ülkenin Türkiye’ye karşı tavrına ilişkin soruyu yanıtlayan Jared Kushner; “Kişisel olarak tartışmalardan ve kavgalardan uzak duran biriyim. Türkiye büyüyen bir ülke ve mantıklı olan Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerle savaşmak veya kavga etmek değil, birlikte çalışmak” ifadelerini kullandı.  (Görüldüğü gibi, Kushner'in sözleri tırnak içinde verilmiş).

Kişisel olarak, Türkiye ve Türk hükümeti hakkında görüşleriniz nelerdir? sorusunu cevaplayan Jared Kushner; Trump’ın “Make Great America Again” yani “Amerika’yı yeniden büyük yapalım” sloganına atıfta bulunarak, “Erdoğan da Trump gibi ülkesini yeniden büyük yapmak için çalışıyor. Bu çalışmalarını takdirle izliyoruz” dedi. (Kushner'in sözleri yine tırnak içinde verilmiş). (Not: Trump'ın seçim sloganı, "Make America Great Again"di bu arada).

Kushner, terörizme ilişkin soruya ise şu şekilde cevap verdi: Amerika ile Türkiye’nin ve diğer ülkelerin ortak çalışmaları terörü sonlandıracaktır. Bu konuda samimi adımlar atıyoruz ve Türkiye’nin de samimiyetine güveniyoruz.  (Burada tırnak kullanılmamış).

- Kushner, “Türkiye gibi ülkeler, gelişmeyi seven ve bu gelişmeyi destekleyen potansiyele sahip ülkeler. Türkiye bu potansiyeli kullanıyor ve kendisine güçlü bir ekonomi oluşturuyor. Türkiye’ye baktığımızda, son yıllarda güven veren bir ekonomiye sahip ve bunu geliştiriyor” ifadelerini kullandı.  (Kushner'in sözleri yine tırnak içinde verilmiş).

Yukarıda da aktardığım gibi, muhabir sadece selfie çekmemiş, Kushner'e en az dört soru sormuş ve cevaplarını almıştı. Muhabir Trump'ın kızı İvanka Trump ile de selfie çekmiş ve "kısa" bir sohbet gerçekleştirmişti. Muhabir, İvanka Trump'ın "Türkiye'yi seviyorum" dediğini aktarmıştı.

Röportaj uydurma mı?
Muhabirin hem Jared Kushner hem de İvanka Trump'la selfie çektiğine kuşku yok, ancak röportajlar konusunda aynı şeyi söylemek mümkün mü? Haber gazetede yayımlanır yayımlanmaz, röportajın doğru olup olmadığını araştıran The Daily Caller muhabirlerine bir Beyaz Saray yetkilisi, röportajın "uydurma" olduğunu söylemişti. Bunun üzerine muhabirler haberin sahibi Yavuz Atalay'a twitter üzerinden özel mesaj (DM) atarak Beyaz Saray'ın yalanlamasını sormuşlardı. The Daily Caller'ın haberinde Atalay'ın verdiği cevaplar da yer alıyor

“That was not an interview. I didn’t get any permit from Kushner’s office or Ivanka’s office or White House. As I mentioned in the report it was a very quick conversation with him (1-2 min.).” (Bu bir röportaj değildi. Kushner'in ofisinden ya da İvanka'nın ofisinden ya da Beyaz Saray'dan izin almadım. Haberde de belirttiğim gibi, Kushner'le hızlı (ayaküstü) bir sohbetti, 1-2 dakika).
  
When pressed further on whether the Kushner quote was accurate, Atalay said, “He did not say that. I asked him, ‘Do you think, Erdogan is making Turkey great again, like Trump’ and he only said, ‘Yeah, I think so.” (Kushner alıntılarının doğru olup olmadığı konusundaki sorumuzda ısrar edince Atalay şunları söyledi: "Onu söylemedi. Ona, Tıpkı Trump gibi Erdoğan'ın da Türkiye'yi yeniden büyük ülke yaptığını düşünüyor musunuz" diye sordum, 'Evet, öyle sanıyorum' dedi").

The Daily Caller haberi yayımlanır yayımlanmaz muhabir Yavuz Atalay twitter'dan bazı İngilizce mesajlar paylaştı:

Mesajlarda dikkati çeken ifadelerden birisi, "I don't think, he knew I am a Journalist" (Gazeteci olduğumu bildiğini sanmıyorum) ifadesi. Eğer öyleyse, Jared Kushner nasıl Akşam'a konuşmuş oluyor? İkinci ifade de şu: "I said that it was a quick conversation, not an interview" (Ayaküstü sohbet olduğunu söyledim, röportaj değil). Bu durumda haberi "özel röportaj" olarak sunmak ne kadar etik?

Röportajın yansımaları
Akşam röportajının uydurma olduğunun anlaşılması haber sitelerinde ve gazetelerde epey eleştirildi. Örneğin diken.com.tr haberine "Trump'ın damadının 'Erdoğan övgüsü' muhabirin 'uydurması'ymış" başlığını attı. Cumhuriyet haberi "Akşam'ın Trump röportajı asparagas mı?" başlığıyla verdi. Oda TV, "Yalanmış meğer" başlığını kullandı. Sputnik Türkiye'de haber "Akşam muhabirinin Trump'ın damadıyla röportajı 'uydurma' çıktı" başlığını kullandı. Gazeteciler.com, "Akşam muhabirinin o röportajı uydurma mı?" başlıklı bir haber yayımladı

Sonuç
Anladığım kadarıyla muhabir Yavuz Atalay, Jared Kushner'le hem selfie çekmiş hem de o arada sohbet etmeye çalışmış. Kushner'in "Yeah, I think so" benzeri kısa cevaplarını kendi sorularına onaylama olarak almış ve onun ağzından söylenmiş gibi aktarmış. Muhabirin 1-2 dakikada haberde aktarılan kadar kapsamlı sorular sorup sormadığını da bilmiyoruz. Bana onlar da kuşkulu geldi. Sonuçta, "özel röportaj" diye sunulan bu haberin etik açıdan kabul edilebilir olduğunu söylemek mümkün değil. Fake News (Yalan Haber) tartışmalarının giderek arttığı günümüzde gazeteciler asıl görevlerinin "gerçekleri aktarmak" olduğunu unutmamalı.   

Söylenmemiş şeyleri söylenmiş gibi yazmak, röportaj uydurmak gazeteciliğin itibarını yok eder. Buna da gazeteci kimliğini taşıyan hiçbir kimsenin hakkı olmasa gerek.      


         






28 Temmuz 2017 Cuma

OKUR TEMSİLCİLİĞİ ÜZERİNE

Okur temsilciliği medyada özdenetim yöntemlerinden bir tanesidir ve eğer doğru uygulanırsa en etkilisidir. Kısaca tanımlamak gerekirse, okur temsilcisi, bir gazete ya da yayın kuruluşu (radyo, televizyon) tarafından istihdam edilen ve asli görevi okurdan gelen şikayetleri değerlendirmek olan kişidir. Okur temsilcisi, ilgili medya kuruluşunda mesleki etik ilkelere uygun bir gazetecilik yapılmasını sağlamaya çalışır. Etik ilkelerden sapmalar söz konusu ise uyarılarını yapar. Okur temsilcisinin uyarı görevi dışında bir yaptırım gücü yoktur. Bunun bir zaafiyet olduğu düşünülmesin, çünkü bir gazetede, o gazetede çalışan bir gazeteciyi etik davranmamakla eleştirmek hiç de hafife alınabilecek bir durum değildir.

Dünyada ve Türkiye'de okur temsilciliğinin nasıl başladığını merak edenler Nejdet Atabek'in şu yazısını okuyabilirler. Türkiye'de okur temsilciliğini gazeteci Yavuz Baydar 1999 yılında Milliyet gazetesinde başlattı. Türk medya dünyası da okur temsilciliğinin ne olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini Yavuz Baydar'dan öğrendi.

Ben de 2011-2014 yılları arasında 2 yıldan fazla bir süre KKTC'de Yenidüzen gazetesinde okur temsilciliği yaptım. Asıl amacım, Kıbrıs Türk basınının bu özdenetim mekanizmasıyla tanışmasıydı. İyi de oldu. Benden sonra da gazete bu uygulamayı devam ettirdi. Gazetenin okur temsilcisi İbrahim Özejder aynı zamanda bir üniversitede öğretim üyesi. Sadece gazeteye ilişkin şikayetler hakkında değil, gazetecilikle ilgili konularda da yazıyor

Bu yazıyı yazmamın ana amacı, okur temsilciliği konusunda bir tarihçe vermek değil, son günlerde yaşanan bazı gelişmeler. Türkiye medyasında şu anda en etkili okur temsilcisi hiç kuşkusuz Hüriyet okur temsilcisi Faruk Bildirici. Son dönemde, okur temsilcisinin eleştirdiği üç gazeteci Hürriyet'le yollarını ayırdı. 

İlk olayın öznesi, gazeteci Sadi Özdemir. Faruk Bildirici, "Söyleşide doğrular söylenmiyorsa" başlıklı, 24 Nisan 2017 tarihli yazısında, gazetecilerin söyleşi yaptıkları kişilerin sözlerini kuşkuyla karşılamaları gerektiğini söylüyordu: "Elbette bir gazeteci, söyleşi yaptığı kişinin söylediklerinin tümünü kontrol edemez. Ama en azından 'JP Morgan’da CEO’luk yapmak', 'gramla krom çıkarmak' gibi sözleri kuşkuyla karşılanmalı ve en azından mantık süzgecinden geçirilmeliydi. Sorular sorulmalı, dinlemekle yetinmek yerine söylenenler sorgulanmalıydı. Nihayetinde bizim işimiz gerçekleri okurlara aktarmak. Hiç kimse doğru olmayan söylemlerini yaymak için bizi kullanamamalı." Bir süre sonra gazeteci Sadi Özdemir'in 24 TV'de Ekonomi Müdürü olarak çalışacağı haberleri sitelere düştü. Bu ayrılıkta okur temsilcisi eleştirisinin bir etkisi olmuş mudur, bilinmez.

İkinci olay, gazeteci Sibel Arna'yla ilgili. Faruk Bildirici, 22 Mayıs 2017 tarihli ve "İnstagramda ürün yerleştirme" başlıklı yazısında gazeteci Ayşe Arman ve Sibel Arna'nın instagram hesaplarında marka reklamı yaptıkları şeklindeki eleştirileri ele alıyordu.  Bildirici, her iki gazetecinin paylaşımlarında marka reklamı yaptıklarına ilişkin örnekleri sıraladıktan sonra yayın ilkesini hatırlatıyordu: "Gazete ve dergi çalışanları haber, tweet, blog ve iletilerinde reklam, halkla ilişkiler ve propaganda yapmamalı; ilan-reklam kaynaklarından telkin alarak ve maddi çıkar sağlayarak yazmamalıdır. Gazetecinin yeni medya ortamında yazdıkları, reklam ve ilanlarla iç içe sunulmamalı; gazetecilik ürünlerinde yanıltıcı etiketler konulmamalıdır." Sonunda Hürriyet gazetesi Sibel Arna ile yollarını ayırdı. Hürriyet gazetesinin Sibel Arna'yı okur temsilcisi eleştirisi üzerine gönderdiğini sanmıyorum, çünkü aynı eleştiriyi Ayşe Arman için de yapmıştı ve üstelik Ayşe Arman, kendi köşesinde yayın ilkelerindeki açık reklam yasağına karşın şunları söylüyordu: "İnstagram hesabım, benim kendime ait bir alan. İnanılmaz eğlendiğim, geyik yapığım, kafamı boşalttığım, makyajsız fotoğraflarımı, özel hayatımı paylaştığım, günün her anı insanlarla iletişimde olduğum bir alan. Orada ben gazeteci filan değilim. Ya da sadece gazeteci değilim. Anneyim, gezginim, ev kadınıyım, alıveriş manyağıyım, depresyondayım..Bin türlü halim var benim. Türkçesi, sadece gazeteci Ayşe Arman değilim. Her şeyim. Ve sosyal medya, hepimizin her rengini yansıtıyor. Ben kimseye Instagram’ımla ilgili hesap vermek zorunda hissetmiyorum kendimi. Sevdiğim, fayda gördüğüm şeyleri paylaşırım, duyururum, överim, hoşuma gitmeyen şeyleri de yererim, bunu bir hizmet olarak addediyorum. Ürün de yerleştirmem, böyle bir numara yapmaya gerek yok çünkü. Ben şeffaf, açık kadınım, sevdiğim şeyi cart diye koyarım. Öyle de yapmaya devam edeceğim. Nokta." 

Lafı çok fazla dolandırmadan şu reklam tanımına bir göz atalım: "Bir şeyi geniş yığınlara tanıtmak, beğendirmek ve böylece o şeyin daha çok istenmesini, alınmasını, satılmasını sağlamak için söz, yazı ve benzeri araçlarla yapılan her türlü tanıtma çabası." Bu tanıma göre, açık ya da gizli her türlü ürün övgüsü reklamdır. 

Üçüncüsü, foto muhabirlerine yönelik eleştiriler. Faruk Bildirici, "Asmalımescit'teki stüdyo" başlıklı, 3 Temmuz 2017 tarihli yazısında, Hürriyet foto muhabirleri Emre Yunusoğlu ile Muhsin Akgün'ün gazete dışındaki kişi ve kurumlara ücretli işler yapmasını eleştiriyor ve mesleki etik ilkeleri hatırlatıyordu: "Hürriyet gibi bir gazetede çalışırken farklı kişi ve kuruluşlarla ücret ilişkisi içine girmesi, foto muhabirinin bağımsızlığına darbe indirir. 'Editoryal bağımsızlık', muhabirler, yazarlar ve çizerler için olduğu kadar foto muhabirleri (medya fotoğrafçıları) için de çok önemlidir; zorunluluktur." Bu yazı üzerine Muhsin Akgün twitter üzerinden okur temsilcisini yalancılıkla itham eden açıklamalar yaptı. Sonuç olarak, Hürriyet gazetesi Muhsin Akgün'le yolları ayırdı.  

Bu üç olay üzerine, Oda TV'de "Faruk Bildirici kazandı" başlıklı bir yazı yayımlandı. Ancak, yazıda ileri sürüldüğü gibi, bu üç gazetecinin okur temsilcisinin eleştirileri üzerine gönderilip gönderilmediklerini bilmiyoruz. Okur temsilcisinin görevi, etik açıdan gördüğü yanlışları eleştirmek ve yanlışlıkların düzeltilmesi için çaba harcamaktır. Başka da bir amacı veya misyonu yoktur. 

Ciddi medya kuruluşlarının etik ilkeleri ağır biçimde ihlal eden gazetecilerle yollarını ayırdıklarına ilişkin epey örnek bulmak mümkün. En önemli örneklerden biri Washington Post muhabiri Janet Cook. Janet Cook 1980 yılında uyuşturucu bağımlısı bir çocukla ilgili haberiyle Pulitzer ödülü kazanmıştı. Ancak daha sonra hikayenin asparagas (uydurma) olduğunu itiraf etmiş ve ödülü iade etmişti. Elbette gazetecilik kariyeri de sona erdi. Haberlerinde başka medya kuruluşlarının haberlerinden intihal yapan ve uydurma haberler yazan New York Times muhabiri Jason Blair da 2003 yılında gazeteden ayrılmak zorunda kalmıştı.


NOT: Mevcut durumda işlevsel olarak sadece üç gazetede okur temsilcisi var: Hürriyet'te Faruk Bildirici, Milliyet'te Belma Akçura ve Sabah'ta İbrahim Altay. Cumhuriyet okur temsilcisi Güray Öz, Cumhuriyet davasından tutuklu yargılandığı için okur temsilciliği görevini şimdilik yerine getiremiyor. 


    

27 Temmuz 2017 Perşembe

SOSYAL MEDYA VE HABER TÜKETİMİ

Bir önceki yazımda haberleri sosyal medyadan takip edenlerin yarısından daha azının (%47) haberin kaynağı olan medya kuruluşunun hangisi olduğunu hatırlamadığını ortaya koyan bir araştırmadan söz etmiş ve yazının sonunda da, acaba medya kuruluşları haberlerini sosyal medyadan paylaşmakla hata mı ediyorlar sorusunu sormuştum.

Bu elbette madalyonun bir yüzü. Bir de diğer yüzü var: okurlar. Özellikle genç kuşak haberlerini sosyal medyadan alıyor. Sosyal medya kullanıcısı sayısının her yıl giderek arttığını da hesaba katarsak, haber medyasının işinin daha da zorlaştığını (belki de kolaylaştığını) göreceğiz. Türkiye'de nüfusun şimdilik yüzde 60'ının internet erişimi var.

Erişim arttıkça sosyal medya kullanımı da artacak. Beraberinde gazeteciliği de etkileyecek.

Sosyal medyada geçirilen zaman da Türkiye'de günlük ortalama 3 saat civarında.

Nieman Lab'da iki araştırmacı, Richard Fletcher ve Rasmus Kleis Nielsen, Reuters Enstitüsü'nün Digital News Report 2017'deki verilerinden hareketle şu soruya cevap arıyor: Acaba sosyal medya kullanımı haber tüketiminde çeşitliliği azaltıyor mu yoksa arttırıyor mu?

Araştırmacılar sadece üç ülkeyi, Britanya, Almanya ve ABD'yi karşılaştırmışlar. Önce ankete katılanlar 3 ana katagoriye almışlar: Sosyal medyayı haber amaçlı kullananlar (news users), sosyal medyayı hiç kullanmayanlar (non-users) ve sosyal medyayı haber amaçlı kullanmayanlar (incidental users).









Çizelge: Son hafta içinde erişilen çevrimiçi haber medyası sayısı

Çizelgedeki veriler, özellikle sosyal medyayı haber amaçlı kullananların farklı haber kaynaklarından beslenme olasılıklarının daha yüksek olduğunu, yani sosyal medyanın haber kaynağı çeşitliliği sağlamada oldukça başarılı olduğunu gösteriyor.

Bir soru daha: Peki acaba okurlar benzer yayın politikalarına sahip haber kaynaklarına mı ulaşıyorlar yoksa farklı ideolojilere ya da yayın politikalarına sahip haber kaynaklarını da okuyorlar mı? Araştırmacılar ona da bakmışlar.




Çizelge: Okurların ideolojik olarak çeşitli medya kuruluşlarının haberlerini okuma oranları

Britanya'da sosyal medya kullanmayanların sadece yüzde 10'u hem liberal (left-leaning) hem de muhafazakar (right-leaning) okur kitlesine sahip medya kuruluşlarından yararlanırken, rastlantısal olarak haber okuyanların yüzde 28'i, sosyal medyayı bilinçli kullananların da yüzde 37'si ideolojik olarak çeşitli medya kaynaklarını kullanıyor.

Almanya'da sosyal medya kullanmayanların haber kaynağı çeşitliliği yüzde 20 iken, bu oran sosyal medyayı haber amaçlı kullananlarda yüzde 53'e çıkıyor. ABD'deki durum da pek farklı değil.

Araştırmacılar bu bulgulardan 2 temel sonuç çıkarmışlar: 1) Okurların çoğunluğu kendi ideolojik duruşlarına yakın medyadan haber alıyorlar; 2) Sosyal medya kullanıcıları sadece daha fazla haber kaynağı kullanmıyor aynı zamanda daha çeşitli kaynaklar kullanıyor.

Araştırmacılar sonuç olarak sosyal medyanın haber kaynaklarında çeşitliliğe katkı yaptığını savunuyorlar. Yani, sosyal medya kullanımı arttıkça kaynaklar çeşitleniyor. Bu da iyi bir şey. Benzer bir durumun, kutuplaşmış bir siyasal kültüre sahip Türkiye için de geçerli olup olmadığını bilmiyoruz. Tahminim, sosyal medya kullananların zarftan çok mazrufa, yani haber kaynağından çok içeriğine baktıkları yönünde.




21 Temmuz 2017 Cuma

SOSYAL MEDYA VE GELENEKSEL HABER MEDYASI

Günümüzde çoğu insan ve özellikle de gençler haberleri doğrudan geleneksel medyanın internet sayfalarından takip etmek yerine sosyal medyadan takip ediyorlar. Zaten bu yüzden de geleneksel haber medyası haberlerini sadece kendi web sayfalarında paylaşmıyor, sosyal medya platformlarını da aktif olarak kullanıyorlar.

Peki okurların bir haberi sosyal medyadan ya da haber medyasının web sayfasına girerek okumasının bir önemi var mı? Sonuçta her iki durumda da aynı haberi okumuyor mu? Reuters Enstitüsü'nün Oxford Üniversitesi'yle birlikte yaptığı araştırma farklı şeyler söylüyor. Bu araştırmayı özetleyen bir haber journo.com.tr haber sitesinde yayımlandı.

Raporda, ilk olarak daha önce yayımlanan Digital News Report 2017'den bir tablo yer alıyor.
Tabloya göre, okurların sadece yüzde 32'si haberleri doğrudan haber medyasının sitesine giderek okurken, yüzde 65'i sosyal medyayı ve arama motorlarını kullanıyormuş.

Son araştırmada araştırmacılar şu sorunun peşine düşmüşler: Okurlar bir haberi ilk önce sosyal medyada görmüşlerse, haberin asıl kaynağı olan medyayı mı yoksa haberi gördükleri sosyal medyayı mı hatırlıyorlar?
Tabloya göre, haberi doğrudan medyanın web sitesine girerek okuyanların yüzde 81'i haberi nerede okuduklarını hatırlıyor, sosyal medya üzerinden haberi görerek okuyanların yüzde 47'si haberin kaynağını hatırlıyor, arama motorlarından haberi bulup okuyanların ise sadece yüzde 37'si haberin kaynağını hatırlıyor.

Düzenli okurlar kaynağı daha iyi hatırlıyor

Araştırmanın ilginç bir sonucu da medya organlarının düzenli okurlarıyla ilişkili. Buna göre, bir medya kuruluşunun web sayfasını düzenli olarak ziyaret eden sadık okurlardan haberi doğrudan web sayfasından okuyanların yüzde 92'si; sosyal medya üzerinden okuyanların yüzde 80'i; ve arama motorlarından bularak okuyanların yüzde 72'si haberin kaynağını doğru hatırlıyor.

Araştırma, bilindik medya kuruluşlarının doğru hatırlanma oranının daha yüksek olduğunu da gösteriyor. İşte bu noktada marka sadakati ön plana çıkıyor.

Okurların, haberi yapan medya kuruluşunu hatırlamak yerine haberi ilk gördükleri platformu hatırlamalarının ne gibi bir sonucu olabilir? Acaba az bilinen medya kuruluşları haberlerini sosyal medya platrformlarından paylaşmakla hata mı ediyorlar?
 

SOSYAL MEDYA GENÇLER ÜZERİNDE KAYGIYA NEDEN OLUYOR MU?

Son zamanlarda sosyal medya ile ilgili çok sayıda araştırma haber haline getirildi. Özellikle ebeveynler (anne-babalar) çocuklarının sosyal medyada çok vakit geçirmesinden kaygı duyuyorlar. Bunlar haklı kaygılar da olabilir. Ancak, dijital yerliler denilen genç kuşağın sosyal medya dünyası içinde büyüdüğünü göz ardı etmemek gerekiyor. Aslında yapılması gereken, yeni medya okuryazarlığı dersini ilkokullarda zorunlu hale getirmek ve çocukların sosyal medyayı daha bilinçli kullanmalarını teşvik etmek. Neyse bu yazının konusu bu değil. 

BBC Türkçe'nin paylaştığı bir haber okudum. Haberde, sosyal ağların gençler arasında anksiyeteye (kaygıya) yol açtığı ifade ediliyordu. Haber, Ditch the Label isimli kuruluşun 10 bin genç üzerinde yaptığı araştırmanın sonuçlarını aktarıyordu. Habere göre, gençlerin yüzde 40'ı, kimse selfie'lerini beğenmezse kendilerini kötü hissettiklerini söylemişler. Yüzde 35'i kendilerine olan güvenlerinin takipçi sayılarına doğrudan bağlı olduğunu belirtmiş. Her üç gençten biri, internette görünüşlerinden dolayı istismar ve zorbalığa uğramaktan korkuyormuş. Ankete katılanların yaklaşık yüzde 70'i internette başka birine karşı istismarcı davranış sergilediklerini, yüzde 17'si de bilgisayar başında zorbalığa uğradıklarını ifade etmiş. Gençlerin yaklaşık yarısı, hayatlarına ilişkin kötü şeylerden bahsetmediklerini, sadece yaşamlarının "kurgulanmış" versiyonunu sosyal medyaya sunduklarını ifade etmiş. 
Bu haberi okuyunca araştırmaya bakma gereği duydum. Gerçekten ilginçti veriler. Ancak haberin araştırmayı epey çarpıttığını farkettim.



Araştırma hakkında kısa bir bilgi: Araştırma Britanya'da 12-20 yaşları arasında 10.020 genç üzerinde yapılmış. Temel araştırma konusu, kaygı değil, sanal zorbalık (cyber-bullying). Ben zorbalık yerine sanal magandalık demeyi tercih ediyorum. 

SANAL MAGANDALIK
Araştırmada gençlere, "Başkalarına karşı magandalık yapıyor musunuz?" anlamına gelecek sorular sormuşlar: Örneğin, "kasıtlı olarak birini üzecek bir şeyler yaptınız mı?" diye sormuşlar, gençlerin yüzde 34'ü evet demiş.  "Birisine fiziksel olarak hiç saldırıda bulundunuz mu?" sorusuna yüzde 22'si evet demiş. Herhangi bir kişiye çevrimiçi ortamda sözlü tacizde (aşağılama / kötü söz vb) bulundunuz mu?" sorusuna yüzde 31'i evet demiş. İlginç olan ise, gençlere magandalık denince ne anlıyorsunuz ve başkalarına kendi tanımınıza uygun davranışlarda bulundunuz mu diye sorduklarında, sadece yüzde 12'si bulunduk cevabını vermiş. Demek ki gençler kendi davranışlarını magandalık olarak görmüyorlar.  

Hiç magandalığa maruz kaldınız mı sorusuna yüzde 54'ü evet demiş. Neden dolayı magandalığa maruz kaldınız? sorusuna şu cevaplar verilmiş: Dış görünüşüm nedeniyle,  yüzde 50; ilgi alanlarım ya da hobilerim nedeniyle, yüzde 40; yüksek notlarım nedeniyle, yüzde 19; ailemin geliri nedeniyle, yüzde 14; ailemden biri ya da arkadaşım da maruz kaldığı için, yüzde 14; düşük notlarım nedeniyle, yüzde 14, erkeksi/kadınsı görünüşüm nedeniyle, yüzde 11; ailevi meselenin ortaya dökülmesi nedeniyle, yüzde 12; engelli oluşum nedeniyle, yüzde 8; ırksal kimliğim nedeniyle, yüzde 10; kültürel kimliğim nedeniyle, yüzde 5; dini kimliğim nedeniyle, yüzde 4; cinselliğim nedeniyle, yüzde 4; toplumsal cinsiyet kimliğim nedeniyle, yüzde 3.

MAGANDALIĞA MARUZ KALANLARIN YAŞADIKLARI SORUNLAR
Magandalığa maruz kalanların yüzde 37'si toplumsal kaygılarının (social anxiety) arttığını söylemiş; yüzde 36'sı depresyona girmiş; yüzde 24'ü intiharı düşünmüş; yüzde 23'ü kendisine zarar vermiş; yüzde 21'i dersleri asmış; yüzde 12'si anti-sosyal davranışlar geliştirmiş; yüzde 12'si yeme bozukluklarına sahip olmuş; yüzde 10'u evden kaçmış; yüzde 8'i uyuşturucuya ya da alkole başlamış   
SANAL MAGANDALIĞA MARUZ KALANLARIN YAŞADIKLARI SORUNLAR
Sanal magandalığa maruz kalanların yüzde 41'i toplumsal kaygılarının arttığını söylemiş; yüzde 37'si depresyona girmiş; yüzde 26'sı intiharı düşünmüş; yüzde 26'sı sosyal medya hesabını kapatmış; yüzde 25'i kendisine zarar vermiş; yüzde 24'ü sosyal medyayı kullanmayı bırakmış; yüzde 20'si dersleri asmış; yüzde 14'ü yeme bozukluklarına sahip olmuş; yüzde 9'u uyuşturucuya ya da alkole başlamış.

SOSYAL MEDYANIN GENÇLERİN YAŞAMINDAKİ YERİ
Araştırmada gençlere sosyal medya ile ilgili sorular da sormuşlar. "Bir günlüğüne sosyal medyaya erişiminiz olmasaydı ne hissederdiniz?" sorusuna, gençlerin yüzde 62'si "rahatsız olmazdım"; yüzde 14'ü "gergin hissederdim"; yüzde 10'u "yalnız hissederdim"; yüzde 9'u "huzursuz olurdum"; yüzde 3'ü "kendimi özgür hissederdim"; yüzde 2'si "mutlu hissederdim"; yüzde 1'i "coşkulu hissederdim" demiş. 

- Çevrimiçinde popüler olmak benim için önemlidir diyenlerin oranı sadece yüzde 9. 
- Özçekimimi (selfie) kimse beğenmezse kendimi kötü hissederdim diyenlerin oranı yüzde 21.
- Yaşamım, çevrimiçinde takip ettiğim insanların yaşamı kadar eğlenceli değil diyenlerin oranı yüzde 21.
- Takipçi sayım arttıkça kendime olan güvenim artıyor diyenlerin oranı yüzde 15. 
- Arkadaşlarımla çevrimiçi ortamda çevrimdışı ortamdan daha çok tartışıyorum diyenler yüzde 19.
- İnsanlar çevrimiçi ortamda söylediklerimi sıklıkla yanlış anlıyor diyenler yüzde 24.
- Çevrimiçi ortamdaki gönderilerimi kimlerin gördüğünün önemi yok diyenler yüzde 21. 
- Yeterince beğeni almayan gönderilerimi silerim diyenler yüzde 18.
- Çevrimiçi ortamda popüler olacak kadar ilginç değilim diyenler yüzde 18. 
- Benim yaşımda birinin sosyal medyayı kullanmaması tuhaftır diyenler yüzde 16.
       

19 Temmuz 2017 Çarşamba

YENİ MEDYA NEDİR?

Bu soruyu 100 kişiye sorsanız eminim 99'u sosyal medyadır diye cevaplayacaktır. Pek haksız da sayılmazlar. Peki eğer sosyal medyaya yeni medya diyorsak o halde neden sosyal medya demeyi tercih etmiyoruz? Üstelik, sosyal medya kavramı yeni medyadan daha anlamlı duruyor. Facebook, twitter, instagram, youtube, vimeo, linkedin, google+, pinterest, tumblr, flicker, snapchat, reddit gibi platfromlara sosyal medya deniyor. Temel mantığı kullanıcı-odaklı olmaları. Bu arada, bu platformları icat edenlerin, bizim gibi gönüllü köleler üzerinden köşeyi döndüklerini de not edelim. Yani kimse bizi zorlamıyor, paylaşım yapalım diye (Bu meseleyi ekonomi politik açısından ayrıca tartışmak gerekir). Neyse konuyu dağıtmadan ilerleyelim.

Yeni medyayı tanımlamaya geçelim o zaman. Araştırdığım kaynaklar hemen hemen benzer şeyler söylüyorlar. Örneğin, bu konularda epey araştırmalar yapmış olan Gazi'den arkadaşım ve meslektaşım Mutlu Binark, derlediği "Yeni Medya Çalışmalarında Araştırma Yöntem ve Teknikleri" isimli kitapta yeni medyayı şöyle tanımlıyor: "Yeni medya terimi, geleneksel medyadan (kitap, televizyon ve radyo) farklı olarak, sayısal medyayı, özellikle etkileşimsel medyayı, internet ağlarını ve sosyal iletişim medyasını nitelemek için kullanılmaktadır" (s. 15). Demek ki yeni medya sadece sosyal medya değilmiş. 

Bu alanda ün yapmış isimlerden biri kuşkusuz Lev Manovich. Manovich'in "The Language of New Media" (Yeni Medyanın Dili) isimli kitabının niye hala Türkçe'ye çevrilmediğini de anlamış değilim bu arada. Manovich, medyanın yeni medya haline nasıl geldiğini ayrıntılı bir tarihçeyle anlatıyor (How Media Became New). Kısaca özetlemem gerekirse, medya ile bilgisayar teknolojisinin benzer bir tarihsel süreç içinde paralel biçimde geliştiğini, bu ikisinin bütünleşmesiyle yeni medyanın ortaya çıktığını söylüyor (s. 25). Manovich, yeni medya dediğimizde üretimden çok dağıtım ve sergileme/gösterme işinin bilgisayarlarla yapıldığı medyanın akla geldiğini söylüyor. Ancak diyor, bu tanımın epey sınırlayıcı olduğunu da görmemiz gerekir. Yani bilgisayarların sergileme ve dağıtım konusundaki becerilerini depolama ve programlamadan daha üstün görmek doğru değildir. Manovich'in tanımlaması da sanki çok sınırlı. Tanımda eksik olan şey, internet. 

Internet ansiklopedisi wikipedia'da da güzel bir tanımlama yapılmış. Şöyle deniyor: "Yeni medya (yeni ortamlar, yeni araçlar, yeni mecralar), bilgisayarların işlem gücü olmadan oluşturulamayacak veya kullanılamayacak olan ortamlara denir. Genellikle dijital olup kullanıcısına veya hedef kitlesine etkileşim olanağı sağlar." 

Benim tanımım da şu şekilde: "Üretimi, programlanması ve depolanması konusunda bilgisayara veya mobil teknolojilere ihtiyaç duyan, dağıtımı ve gösterimi internet aracılığıyla gerçekleştirilen, etkileşim özelliğine sahip medya." Yani, birincisi bilgisayar üzerinden yapılacak, ikincisi, internet üzerinden dağıtılacak ve gösterilecek, üçüncüsü de etkileşimli olacak. 

Yeni medyanın ayırt edici özellikleri

1. Etkileşim özelliği: Yeni medya, iletişim sürecinde gönderici ve alıcının etkileşim içinde bulunabilmesine olanak sağlıyor. Geleneksel medyada etkileşim çok sınırlıdır. 

2. Hipermetin özelliği: Buna isterseniz daldan dala atlayarak dolaşma da diyebiliriz. Hipermetin özünde size başka metinlere gönderen, gönderme özelliğine sahip olan metin demek. Örneğin bir haberi okurken, o haberle ilintili başka haberlere gidebilmek için linkler vermek gibi. Türkiye’de özellikle gazetecilik alanındaki içerik üreticilerinin yeni medyanın bu özelliğini pek kullanamadıklarını ya da bilinçli olarak kullanmadıklarını söyleyebiliriz. Çünkü haberine link verdiğinde belki okur o sayfadan kaçacak. Ama verse iyi olur. Aslında hipermetin özelliği, bizim hiç bitmeyecek bir metinle karşı karşıya olduğumuzu anlatan, sonsuzluk duygusunu veren bir özellik. Geleneksel medya açısından bir roman düşünün. Aldınız elinize, okudunuz, bitti. Başı ve sonu var. Oysa yeni medyada kısacık haber metnini okumaya başladığınızda, oradan verilen linklerle hiçbir zaman bitiremeyeceğiniz br metne dahil oldunuz demektir. 

3. Multimedya özelliği: Yeni medyanın en önemli özelliklerinden biri de hikayemizi farklı medya araçlarıyla anlatabilmemizdir. Metin, fotoğraf, video, audio (ses) aynı anda kullanılabilmektedir. 

4. Üretici/tüketici ayrımının ortadan kalkması. Yeni medyada her tüketici aynı anda içerik üreticisine dönüşebilmektedir. Yeni medyanın bu özelliğinden dolayı prosumer kavramı kullanılmaktadır. (üretüketici) 

5. Yayılma hızı: Yeni medya, geleneksel medyanın zaman ve mekan sınırlılığını ortadan kaldırmıştır. İçerik paylaşıldığı andan itibaren saniyeler içinde internetin eriştiği her noktada görülebilir hale gelmektedir. Bu ürkütücü yayılım hızı tehlikelidir de aynı zamanda. Eğer bir yanlış yapmışsanız geri dönüşü imkansız gibidir. 


HABER SİTELERİ / 2022-2023

 2022-2023 eğitim yılı Güz döneminde Üsküdar İletişim'de verdiğim Gazeteciliğe Giriş dersi kapsamında öğencilerimin açtığı haber siteler...