28 Ağustos 2017 Pazartesi

CİNAYET HABERLERİNDE ETİK İLKELER

Gazeteciler oldum olası cinayet haberlerini sevmiştir (if it bleeds it leads), hele bir de işin içinde aşk dedikoduları varsa ve cinayete karışanlar ünlüyse değmeyin gazetecilerin keyfine! Sunucu Vatan Şaşmaz cinayeti işte tam da gazetecilerin "what a story!" dedikleri türden bir cinayet.

Kısaca özetleyelim olan biteni. Sunucu Vatan Şaşmaz, İstanbul Beşiktaş'taki Conrad Otel'de akşam saat 18.00 civarında vurularak öldürüldü. Vatan Şaşmaz'ı vuran kişinin Filiz Aker isimli bir kadın olduğu, Şaşmaz'ı vurduktan sonra aynı tabancayla intihar ettiği öğrenildi. Evet haber bu. 5N1K sorularının beşini iki cümlede cevapladık. Geriye kaldı neden sorusu. Zaten bütün hikaye de burada başlıyor. İki gündür geleneksel medyada ve internet medyasında bu son soruya cevap niteliğinde yüzlerce haber yayımlandı. Haber Vatan'da manşetten; Hürriyet'te, Akşam'da, Habertürk'te, Milliyet'te, Posta'da, Takvim'de, Yeni Birlik'te sürmanşetten verildi. Star, Türkiye, Sabah, Güneş, Karar, Sözcü gazeteleri de haberi birinci sayfadan ama daha küçük haber olarak verdiler (Gazetelerin arşivine şu linkten ulaşabilirsiniz).

Şimdi bazı haber başlıklarına bakalım:
- Lüks otelde aşk kurşunu (Akşam)
- Saplantılı aşık cinayeti (Habertürk)
- Otelde aşk dehşeti (Posta)
- Filiz Aker, 'Vatan'a 3-4 trilyon harcadım, kimseye bırakmam' demiş (Cumhuriyet
-Filiz Aker'in parası bitmiş!" (Milliyet)

Görüldüğü gibi bazı gazeteler cinayeti polisten önce aydınlatma becerisini gösterdi ve olayın "aşk cinayeti" hatta "saplantılı aşk cinayeti" olduğu kararını verdi. Tek senaryo bu değildi kuşkusuz. Bazı gazeteler de Vatan Şaşmaz'ın Filiz Aker'den borç para aldığını, parayı batırdığını iddia ettiler. 

Etik ilkeler

Bu olayın hem cinayet hem de intihar boyutu olduğu için haberleştirilmesinde bu iki boyuta da özenli yaklaşılmasını geretirmektedir. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin hazırladığı Türkiye Gazetecilik Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'nde gazetecilere yol gösterebilecek iki ilke mevcut.

Birincisi sarsıcı durumlarla ilgili: "Üzüntü, sıkıntı, tehlike, yıkım, felaket ya da şok halindeki insanlar söz konusu olduğunda gazetecinin olaya yaklaşımı ve araştırması insani olmalı ve gizliliklere uyularak duygu sömürüsünden kaçınılmalıdır." Diğer ilke de intihar haberleriyle ilgili: "İntihar olayları hakkında haber çerçevesini aşan ve okuyucu veya izleyiciyi etki altında bırakacak nitelikte ve genişlikte yayın yapılmamalıdır. Olayı gösteren fotoğraf, resim veya film yayınlanmamalıdır." 

Bize yol gösterebilecek bir başka gazetecilik derneğinin ilkelerinden de söz etmek istiyorum. Amerikan Profesyonel Gazeteciler Derneği'nin 4 ana ilkesinden ilki, "gerçeği ara ve aktar", ikincisi de "zararı en aza indir" şeklinde. Yani özetle diyor ki, gazetecilerin asli görevi gerçeğin peşine düşüp, toplumu en doğru biçimde aydınlatmaktır, ancak bunu yaparken zarar vermekten de kaçınmak zorundadırlar. Özellikle de şu uyarıyı yapıyor: "İnsanların sansasyon merakını tatmin etmeye çalışmaktan uzak durun." 

Her iki derneğin etik ilkelerini birlikte değerlendirdiğimizde, cinayet ve bağlantılı intihar haberlerinde gazetecilerin yapmaları gerekenler şunlardır:
- Kamunun bilme hakkıyla insanların sansasyon merakını karıştırmamak gerekir. Kamu yararı ile toplum merakı farklı şeylerdir.  
- Cinayet sonucu öldürülen insanların yakınları da olduğu unutulmamalı, onların acılarını artıracak bir habercilikten kaçınılmalıdır. 
- Aşk cinayeti gibi nitelemeler cinayeti meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramaz. - Cinayet ve intihar haberlerinde detay vermekten ve eylemin nasıl gerçekleştiğini  dramatize ederek hikayeleştirmekten kaçınmak gerekir (bu olayda her iki boyut da abartılmadan verildi diye yazmaya hazırlanırken cinayetin detaylarını anlatan haberler düşmeye başladı ekrana).
- Cinayet ve intihar görüntülerini yayımlamamak gerekir (neyse ki bu olayda bu türden görüntüler yayımlanmadı, şimdilik. Umarım bundan sonra da yayımlanmaz).      

Kısacası, cinayet ve intihar haberlerinde gazetecilerden beklenen, etik ilkelere uygun habercilik yapmaktır. Bunu yapmayı başaranların haberleri daha az tık alabilir, ama doğru olan da budur.    






27 Ağustos 2017 Pazar

GAZETECİLİKTE KİTLE KAYNAK YÖNTEMİ

Önce kitle kaynağın (crowdsourcing) ne anlama geldiğini açıklayalım. Kavramı ilk kullanan kişi, gazeteci/akademisyen Jeff Howe. 2006 yılında Wired dergisine yazdığı bir yazıda outsourcing (dış kaynak) teriminden hareketle crowdsourcing (kitle kaynak) terimini kullanıyor Jeff Howe. Dış kaynak kullanımı, firmaların asıl işlerinin dışında kalan işleri kendi alanında uzmanlaşmış başka firmalardan almasına deniyor. Örneğin bir üniversitenin eğitim dışındaki temizlik, güvenlik gibi işlerini başka bir firmadan alması gibi. Buradan hareketle, Jeff Howe crowdsourcing’i şöyle tanımlıyor: “Geleneksel olarak belirli bir kişi ya da kurum tarafından yapılan bir işi açık çağrılar yoluyla tanımlanmamış geniş bir insan topluluğuna yaptırmak.” 

Peki bu kavramın gazetecilikle ilişkisi nedir? Reuters Gazetecilik Enstitüsü için bir rapor hazırlayan Johanna Vehkoo, araştırmacı gazetecilikte kitle kaynak yönteminin oldukça yeni olduğunu ve internetin sağladığı yeni olanaklarla yaygınlaştığını söylüyor (s. 5). Vehkoo’ya göre Guardian gazetesi kitle kaynak yöntemini kullanmada öncü rolü üstlenen gazete konumunda. 

Guardian gazetesi 2009 yılında başlattığı bir proje ile Britanya milletvekillerinin harcamaları konusunda kolay araştırılabilir bir veri tabanı oluşturuyor. Milletvekillerinin harcamalarına ilişkin 700 bin belgeyi siteye yüklüyor ve okurlardan diledikleri vekilin harcamalarına bakmalarını ve araştırılması gereken kuşkulu bir durum varsa rapor etmelerini istiyor. Belgeler yayımlanır yayımlanmaz ilk 80 saatte 170 bin belge okurlar tarafından incelenmiş (s. 6)

2009 yılında Guardian gazetesi adına Londra’daki G20 protestolarını izleyen gazeteci Paul Lewis, evine giderken düşüp ölen Ian Tomlinson’un nasıl öldüğünü araştırmaya başlıyor. Resmi açıklamaya göre Tomlinson kalp krizi geçirmişti. Paul Lewis diğer gazetelerin aksine resmi açıklamayla yetinmeyip twitter’da kitle-kaynak yöntemiyle takipçilerine çağrı yapıyor ve olay yerinde olan görgü tanıklarından yardım istiyor. Sonuçta gösteriyi kaydeden bir kişi, Tomlinson’un polis tarafından itildiğini, yere düşen Tomlinson’un öldüğünü gösteren videoyu gazeteciye gönderiyor. Paul Lewis başka görgü tanıkları ve fotoğraflar da buluyor

Guardian gazetesinin kitle kaynak yöntemiyle başlattığı bir başka proje, The Counted projesi. Proje, ABD'de 2015 ve 2016 yıllarında polis tarafından öldürülen sivillerle ilgili bir veritabanı oluşturmayı amaçlamış. Gazete kitle kaynak yöntemiyle kendisine ulaşan bilgileri doğrulama süreçlerinden geçirdikten ve ilgili haberleri taradıktan sonra kaydediyor. İlgili sayfadaki bilgilere göre 2015 yılında 1146, 2016 yılında 1093 kişi polis tarafından öldürülmüş. Gazetenin hazırladığı etkileşimli haritalarda hangi eyalette kimlerin nasıl öldürüldüğüne ilişkin  bilgiler yer alıyor. Ayrıca, olaya ilişkin varsa haberlere de linkler verilmiş. Gazete, elde ettiği bilgiler doğrultusunda birçok haber de yapmış

"Help Me Investigate" (Araştırmama Yardımcı Ol) projesi 2009 yılından 2014 yılına kadar sürdü. Temel amaç, araştırmalarda kitle yardımını örgütlemekti. Sitenin kurucusu, bir çevrimiçi gazeteci, blogger ve gazetecilik eğitimcisi olan Paul Bradshaw. Bradshaw, merkezde medyanın değil yurttaşların olmasını öngörmüştü. Sorunlar önce yurttaşlar tarafından araştırılıyor ve haber yapmaya değecek bir şeyler çıkarsa gazeteciler davet ediliyordu, yani süreç geleneksel gazetecilikte olduğunun tam tersi biçimde işliyordu.  

Birmingham Mail gazetesi 2013 yılında "Behind the Numbers" (Sayıların Ardındakiler) isimli bir kitle kaynak projesi başlattı. "Hangi verilere bakmamız gerektiğini söyleyiniz" diyerek okurlarına çağrıda bulunan gazete, değişik alanlarda üretilmiş verilerden hareketle hem veri gazeteciliği yapmış hem de kitle kaynak kullanmış, ancak sayfada en son haber 2014 yılına ait. Aslında Türkiye'de yerel gazetelerin okurlarla bağını güçlendirmek için kullanabilecekleri bir yöntem gibi görünüyor. Belki okurların haber üretim süreçlerine daha aktif katılımıyla gazete tirajları da artabilir. 

Literatüre geçmemiş başka örnekler de vardır kuşkusuz. Birkaç yazımda söz ettiğim Kıbrıslıtürk gazeteci Sevgül Uludağ belki de bu yöntemi en etkili ve en uzun süre kullanan gazetecidirSevgül Uludağ, Kıbrıs'ta Yenidüzen gazetesinde yıllardır kayıp haberleri yapıyor. 2006 yılında başlattığı ve "Anlatılmamış Öyküler" adını verdiği yazı dizisini 11 yıldır devam ettiriyor. Gazetecilik tarihinde bu kadar uzun süre devam eden başka bir yazı dizisi yoktur sanırım. Sevgül Uludağ yazı dizisine başlarken şunları yazmıştı: “Sevgili okurlarım, Bugün birlikte yeni bir yolculuğa çıkacağız – bu yolculukta, Kıbrıs’ta anlatılmamış öyküleri, canlı tanıklardan dinleyeceğiz… Tarihimizin gizlenmiş, saklanmış yönlerinin izlerini birlikte süreceğiz…Tek bir şeyden emin olacağız: Bu anlatılanların hepsi de burada, bu adada yaşanmış ve gerçek! Hepsi de canlı tanıkların ağzından, aynen aktarılıyor…Yolculuğumuzun başlangıcını bugün, burada yapıyoruz ancak nerelerden geçeceğimiz ve nerelere varacağımız henüz belirsiz…” Uludağ, gazetedeki sayfasından görgü tanıklarına yönelik kayıpların gömülü olduğu mezar yerlerini bildirmeleri konusunda sık sık çağrılar yapıyor. Örneğin, 1 Ocak 2011 tarihinde Yenidüzen’de yayımlanan “Kumyalı’da olası gömü yerleri” başlıklı yazısının sonuna şu notu düşüyor: “Bu konuda daha ayrıntılı bilgi sahibi olan okurlarımı, isimli veya isimsiz olarak ……numaralı telefondan beni veya ……numaralı telefondan Kayıplar Komitesi görevlisi Mine Balman’ı aramaya davet ediyorum.” Görüldüğü gibi, Sevgül Uludağ kitle kaynak olarak tanımlanabilecek bir yöntemle görgü tanıklarına veya tanık yakınlarına ulaşıyor. Onların hikayelerini dinliyor. Kayıp mezarlarının bulunması için Kayıplar Komitesi'ni bilgilendiriyor.  

Gazetecilikte kitle kaynak kullanımının birçok avantajı var. Birincisi, haber kaynaklarını zenginleştirmeye ve resmi kaynaklara bağımlılığı azaltmaya hizmet edebilir. İkincisi, haber üretim süreçlerine yurttaşların etkin katılımını sağlayabilir ve böylece okurla gazete arasındaki bağı güçlendirebilir. Üçüncüsü, özellikle sıcak haberlerde (çatışma, doğal afet, kaza vb.) daha hızlı bilgi akışı sağlayabilir (bilgi doğrulama süreçlerini ihmal etmeden elbette). Dördüncüsü, özellikle araştırmacı gazetecilikte, tıpkı gazeteci Sevgül Uludağ'ın durumunda olduğu gibi, mesafe alınmasını, üstü örtülen gerçeklerin açığa çıkmasını sağlayabilir. Yöntemin dezavantajları da var kuşkusuz. Öncelikle kitle kaynaklardan gelen bilgilerin doğrulatılması zaman alabilir. İnsanlar, açığa çıkma korkusuyla bilgi paylaşmaktan kaçınabilirler (burada gazeteciye duyulan güven önemli bir unsur). Ayrıca, çok  sayıda kaynaktan gelebilecek bilgilerle başedebilmek de kolay olmasa gerek. Dolayısıyla, Türkiye'de olduğu gibi, gazeteciler böylesine zahmetli bir yola girmek yerine, daha kolay olan demeç gazeteciliğini tercih edebilirler.      

Not: Yöntem hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenlere Reuters Gazetecilik Araştırmaları Enstitüsü'nün "Crowdsourcing in Investigative journalism" başlıklı raporunu ve Columbia Gazetecilik Okulu tarafından yayımlanan "Guide to Crowdsourcing" başlıklı rehberini öneririm. 

EK: Gazetecilikte kitle kaynak kullanımının ilginç bir örneği, bu yazının yayımlandığı gün (27 Ağustos 2017) yaşandı. Yeni Alanya gazetesi, 3 gündür haber alınamayan bir aileyle ilgili bir haber yaptı ve haberi Facebook sayfasından paylaştı. Haberi Facebook'ta görenlerden bir kişi, "Şu an Fakırcalı Yaylası'ndalar, ben kendileri ile görüştüm..Oldukları yerde tel çekmiyormuş" notunu paylaştı. Gazete bu bilgiden hareketle ikinci bir haber yaparak, aileden haber alındığını duyurdu. Bu örnek de gösteriyor ki, sosyal medya özellikle kayıp, cinayet, doğal afet gibi belirsizlik içeren haberlerde iyi bir kaynak olarak kullanılabilir, kullanıcılardan gelen bilgilerle haberler geliştirilebilir, belirsizlikler giderilebilir. Sosyal medya kullanıcılarından gelen bilgilerin teyitsiz yayımlanmaması gerektiğini de not edeyim.   

26 Ağustos 2017 Cumartesi

VERİ GAZETECİLİĞİ

Veri gazeteciliği son yıllarda popüler hale gelen yeni bir kavram. En basit haliyle "veri ile gazetecilik yapmak" olarak tanımlanıyor. Türkiye'de veri gazeteciliği denilince akla gelen ilk isim Pınar Dağ. 2012 yılında kurduğu verigazeteciliği.com sitesi aracılığıyla kavramı gazetecilerle buluşturmaya çabalıyor: "Veri ile gazetecilik yapma pratiklerini geliştirmek ve desteklemek için gazeteciler, tasarımcılar, editörler, yazılımcılar, iletişim öğrencileri ve akademisyenler için bir haber ve kaynak noktası."  Pınar Dağ, 2015 yılında kurulan Açık Veri ve Veri Gazeteciliği Derneği'nin de kurucu başkanı.

Her ne kadar kavram yeniyse de gazetecilerin verilerden hareketle haber üretmeleri yeni değil. Hatta veri gazeteciliği konusunda öncülük yapan İngiliz Guardian gazetesine göre, gazetenin öncüsü olan Manchester Guardian gazetesinin 1821 yılında yayımlanan ilk sayısında veri gazeteciliği yapılmış. Haberde, Manchester ve Salford'daki okulları, kız-erkek öğrenci sayılarını ve okulların yıllık harcamalarını, bedava eğitim alan çocuk sayısını ve dolayısıyla şehirde yaşayan yoksul öğrenci sayısını veren bir tablo da yer almakta. 

Mobilya Dosyası

Türkiye'de de gazetecilerin verilerden yararlanarak haber üretmeleri yeni değil. Yıllardır işsizlik, enflasyon gibi sorunlarla boğuşan bir ülkede istatistiki verilerden yararlanarak kim bilir kaç haber yapıldı? Ama ben başka bir habere değineceğim. Türkiye'de araştırmacı gazeteciliğin başlangıcı olarak kabul edilen Mobilya Dosyası haberlerine. Gazeteci Uğur Mumcu ve Altan Öymen'in birlikte yürüttükleri araştırma, Yahya Demirel'in hayali ihracat yaptığını belgeliyor. Gazeteciler ilk başta mobilya ihracatı ile ilgili belgeleri incelemişler ve elbette belgelerle yetinmeyip, belgelerin peşine düşmüşler. Zaten veri gazeteciliğini değerli kılan da bu. Çünkü veriler bazen her şeyi anlatır, bazen de bazı şeyleri gizler. Mobilya dosyası haberlerinde gazeteciler, belgelerin hayali ihracatı gizlediğini, kağıt üstünde yapılıyor görünen ihracatın yapılmadığını  haberleriyle kanıtlamışlar  


Philip Meyer ve Detroit Ayaklanması

1967 yılında Detroit'te siyah gençlerin, polis şiddetine karşı başlattıkları ve 5 gün süren olaylarda 43 kişi ölmüş, yüzlercesi yaralanmış ve 7 binden fazla eylemci tutuklanmıştı. Ne olup bittiğini anlamaya çalışan gazetelerde iki teori revaçtaydı. İlk teoriye göre ortalığı yakıp yıkan gençler eğitimsiz ve işsiz olan siyahlardı. İkinci teoriye göre ise, Güney'den gelen ve şehre uyum sağlayamayanlardı. Detroit Free Press gazetesi muhabiri Philip Meyer, ayaklanmanın gerçek nedenini anlayabilmek için hızlı bir kamuoyu araştırması yapmayı önerdi. Kısa sürede yapılan araştırma sonucunda ayaklanmaya katılan siyah gençlerin sanıldığı gibi sadece yoksul ve eğitimsizler olmadığı, hatta Güney'den gelenlerin olaylarda çok az yer aldığı ortaya çıktı. Olayların bir numaralı nedeni polis şiddetiydi, onu kötü yaşam koşulları ve işsizlik izliyordu. Detroit Free Press gazetesi ayrıntılı ayaklanma haberleriyle Pulitzer ödülü kazandı
Philip Meyer daha sonra gazetecilikte bilimsel yöntemleri kullanmayı öneren bir kitap da yazdı. Türkçe'ye 'bilimsel gazetecilik' olarak çevrilen precision journalism kavramı, haber için veri toplama ve analizinde bilimsel yöntemler kullanılması gerektiğini öneren bir gazetecilik modelini anlatıyor. Aslında temelde veri gazeteciliğiyle aynı düşünceyi paylaşıyor. Belki ikisi arasındaki temel fark, bilimsel gazetecilikte gazetecinin bilimsel yöntemleri biliyor ve uyguluyor olabilmesi. 

Guardian gazetesi ve veri gazeteciliği


Veri gazeteceliğini bu isimle ilk kullanan gazete, İngiliz the Guardian gazetesidir. Gazete 2009 yılında, Avam Kamarası milletvekillerinin kişisel harcamaları kamuya açılınca, belgeleri incelemek için ilginç bir yöntem kullandı. Yayımlanan 700 bin belge söz konusuydu. Gazete bu belgelerin tamamını bir siteye yükledi ve okurlara belgeleri inceleme çağrısı yaptı. Crowdsourcing (kitle kaynak) denilen bu yöntem, özünde yapılacak bir işi kitlelere delege etmek anlamına geliyor. Gazete, incelenen binlerce belge sonunda yaptığı haberlerle bazı milletvekillerinin kişisel harcamalarını devlete ödettiğini belgeledi.  

Bugün Guardian gazetesi datablog'unda açık verilerden yola çıkılarak yazılmış onlarca habere ulaşmak mümkün.


Wikileaks


Guardian gazetesi dışındaki medya kuruluşlarının da veri gazeteciliğine yönelmelerinin temel nedenlerinden biri, Wikileaks belgeleri oldu. Wikileaks 2010 yılında, Amerikan ordusunun 2004-2009 yılları arasında Afganistan'daki savaşla ilgili olarak oluşturduğu 92.000 belgeyi Guardian, New York Times ve Der Spiegel ile paylaştı. Kuşkusuz bu kadar çok belgenin incelenmesi ve haber değeri olanların bulunup ayıklanması ancak veri gazeteciliği yöntemi ile mümkün olabilirdi. 

Wikileaks aynı yıl (2010) bu kez Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın elçiliklerle diplomatik yazışmalarını içeren 250 binden fazla gizli belgeyi El Pais, Le Monde, Der Spiegel, Guardian ve New York Times'la paylaştı. Belgelerin yayımlanmasının ardından her ülke medyası kendi ülkesiyle ilgili yazışmaları haberleştirmeye başladı. Türk medyasında da o dönemde epey haber yapılmıştı


BBC'de veri gazeteciliği

İngiliz yayın kuruluşu BBC de veri gazeteciliğini oldukça etkili biçimde kullanan yayın kuruluşlarından birisi. İlk örneklerden biri 1999 yılından beri haritalandırdığı, okulların sınavlardaki başarılarına göre sıralandığı liste. Haritada şehirlerdeki okulların ortalama başarı puanları da yer alıyor. Benzer bir veri gazeteciliği Türkiye'deki orta okullar ve liseler için de pekala oluşturulabilir. Yeter ki veriler açık biçimde yayımlansın. Şu listede, 2015 yılındaki YGS sınav sonuçlarına göre liselerin başarı oranları yer alıyor. Daha güncel veriler bulunup haberleştirilse ve görselleştirilse, lise tercihi yapacak aileler için yol gösterici olmaz mıydı?  

BBC'nin bir başka başarılı veri gazeteciliği örneği, 1999-2010 yılları arasındaki tüm trafik kazalarının işlendiği haber. Verilerden hareketle etkişelimli bir harita oluşturulmuş. Haritada, kazanın nerede olduğu, nasıl olduğu, kaç kişinin öldüğü veya yaralandığı gibi temel bilgiler yer alıyor. Bu harita aynı zamanda trafikte riskli bölgeler hakkında bilgi de veriyor. Benzer bir harita Türkiye için de pekala oluşturulabilir ve riskli bölgeler konusunda sürücüler uyarılabilir.

New York Times 

New York Times gazetesi 2014 yılında Upshot ismini verdikleri site üzerinden veri gazeteciliğini başlattı. Ancak bu, gazetede daha önceden veri gazeteciliği yapılmadığını göstermiyor. İşsizlikle ilgili şu grafiğe bakalım. 2009 yılı verilerine dayanarak hazırlanmış etkileşimli grafik incelendiğinde işsizlik oranının siyahlarda nasıl daha yüksek olduğunu görüyorsunuz. Örneğin, ortalama işsizlik oranı yüzde 8.6 iken; 15-24 yaş arası ve lise altı eğitime sahip olan siyah erkeklerde işsizlik oranı yüzde 48.5. Aynı özelliklere sahip kadınlarda yüzde 36.8.

Upshot sitesinde çeşitli alanlardaki verilerden yararlanılarak haberler üretiliyor. New York Times gazetesinin veri gazeteciliği biriminin kurucu editörü David Leonhardt, "Death to Data Journalism" başlıklı yazısında veri gazeteciliğinin özünde "olgusal gazeteciliği" hedeflediğini söylüyor.

Five Thirty Eight (538)

ABD'de seçim tahminleri üzerine yoğunlaşan Five Thirty Eight blogu 2008 yılında yayına başladı. Sitenin kurucusu, veri gazeteciliği yapan Nate Silver'dır. Sitenin ismi, ABD'deki Seçmeler Kurulu'nu oluşturan 538 delegeden gelmektedir. Site 2009 yılında New York Times'ın uzantısı olarak yayın yapmaya başladı. 2014 yılında ESPN tarafından satın alındı. Bu popüler blog, seçim tahminlerini sadece kamuoyu araştırmalarına dayandırmıyor, demografik verileri de kullanıyor. Günümüzde blog, siyaset dışndaki alanlarda da veri gazeteciliği çalışmaları yapıyor. Blogdaki son haberlerden biri, üniversite öğrencilerinin hangi meslekleri tercih ettikleriyle ilgili bir veri araştırmasına dayanıyor. Bir başka haberde, asıl müşterileri kadınlar olan güzellik endüstrisinde bile kadınlar için cam tavan bulunduğu, yönetici kademelerinde ve yönetim kurullarında erkeklerin oransal olarak kadınlardan çok daha fazla olduğu gösteriliyor.

Washington Post

Washinton Post gazetesinde Ezra Klein 2009 yılında Wonkblog'u kurdu. 2014 yılında ayrılana kadar bu veri gazeteciliği sitesi popüler hale geldi. Wonkblog hala aktif bir şekilde ekonomi, enerji, sağlık ve ulaştırma konularında veriye dayalı haberler üretiyor.

Wox Media

Washington Post'tan ayrılan Ezra Klein, 2104'te Melissa Bell ve Matthew Yglesias ile birlikte Wox Media'yı kurdu. "Wox haberi açıklar" sloganıyla hareket eden sitede siyasetten ekonomiye, kültüre, pek çok alanda veri gazeteciliği kullanılarak haberler üretiliyor.

Reuters ve Connected China projesi

Reuters, 2013 yılında Çin'deki iktidar yapısını görsellerle açıklayan oldukça kapsamlı bir web sitesi oluşturdu. Sitede Çin'in tarihiyle, siyasetiyle ilgili önemli bilgiler görsellerle anlatılıyor.

Uluslararası Gazeteciler Konsorsiyumu (IFIJ)

Uluslararası Gazeteciler Konsorsiyumu son yıllarda birkaç önemli haberle gündeme geldi. Bunlardan ilki 2014'te yayımlanan ve Luxemburg Leaks (Lüksemburg Sızıntıları) olarak adlandırılan haberdi. Habere göre, uluslararası şirketler yasal boşluklardan yararlanarak Lüksemburg üzerinden milyarlarca euro vergi kaçırıyorlardı. 26 ülkeden 80 gazeteci, sızdırılan, 340 küresel şirketle ilgili 28 bin belgeyi inceleyerek çok sayıda haber yaptılar. Konsorsiyumun hazırladığı veri tabanında Türkiye ile ilişkili 6 yabancı şirketin adı geçiyor.

İkincisi, 2015 yılı başındaki Swiss Leaks (İsviçre Sızıntıları) olarak adlandırılan haberdi. Türk medyasında HSBC skandalı olarak adlandırılan haberlerde uyuşturucu ve silah kaçakçılarının, politikacıların, ünlülerin İsviçre'deki HSBC şubesinde gizli hesaplar açtıkları ve vergi kaçırdıkları anlatılıyordu. Konuyla ilgili ayrıntılı bir haber Dağ Medya'da yayımlandı. Konsorsiyum'da Türkiye'den hiçbir gazetecinin bulunmaması nedeniyle bankanın Türk müşterilerinin kimler olduğunu öğrenemedik tabii ki: "Bankanın İsviçre kolunda bulunan paraların dağılımına göre Türkiye, 203 ülkelik listede toplam para miktarı bakımından 23’üncü sırada; müşteri sayısı açısından ise 9’uncu sırada bulunuyor. Buna göre 2007 yılında HSBC’nin İsviçre’deki şubelerinde 3 bin 105 Türkiyelinin 3,5 milyar dolar parası bulunuyordu." Uluslararası Gazeteciler Konsorsiyumu bu iki sızıntı haberiyle 2015 yılında veri gazeteciliği ödülünü kazandı

Konsorsiyum son olarak 2016 yılında Panama Belgeleri'ni yayımladı.  Bugüne kadar yapılan en büyük sızıntı olarak tanımlanan, Mossack Fonseka isimli hukuk firmasının 1970'li yıllardan günümüze kadar oluşturduğu 11.5 milyon civarındaki belgeden oluşan  Panama Belgeleri, off-shore hesaplar üzerinden vergi kaçırıldığını gösteriyordu. Konsorsiyum bu sızıntı haberiyle 2017 yılında "Açıklayıcı Habercilik" kategorisinde Pulitzer ödülü kazandı. Haber aynı zamanda Global Editors Network tarafından verilen veri gazeteciliği ödülünü de kazandı.

Veri gazeteciliği ödülü alan haberlerden seçmeler


Global Editors Network (Küresel Editörler Ağı) 2012 yılından itibaren veri gazeteciliğinin çeşitli alanlarında uluslararası ödüller vermeye başladı. Yukarıda ifade ettiğim şekilde, Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu Luksemburg Leaks (2015), Swiss Leaks (2015) ve Panama Papers (2017) ile üç ödül kazandı.

The Seattle Times gazetesi, metadon ölümlerini konu alan araştırmacı gazetecilik haberiyle 2012 yılında ödül kazandı. Gazete, metadon kullanımındaki artışla ölümlerdeki artış arasındaki bağıntıları grafiklerle desteklemiştiGuardian gazetesi isyan/kargaşa söylentilerinin twitter'da nasıl hızla yayıldığını ve söylentilerin gerçek olmadığı anlaşılınca nasıl söndüğünü görsel olarak gösteren haberiyle veri görselleştirme ve hikayeleştirme dalında 2012 yılı veri gazeteciliği ödülü kazandı.

2013 yılında BBC tarafından hazırlanan Great British Class Calculator (Büyük İngiliz Sınıf Hesaplayıcısı) haberi veri gazeteciliği ödülü kazandı. Modern İngiliz sınıf sistemini araştıran araştırmacılar, 161 bin kişiden elde ettikleri bulgularla toplumu 7 temel sınıfa bölmüşler. Sayfada verilen testi doldurduğunuzda bu sınıflardan hangisine dahil olduğunuzu görebiliyorsunuz. Ayrıca, Guardian gazetesi ABD eşcinsel haklarını konu alan haberiyle; Reuters, Connected China projesiyle; Arjantin gazetesi La Nacion, Senato harcamaları haberiyle veri gazeteciliği ödülü kazandılar.

2014 yılında Arjantin gazetesi La Nacion, kamu görevlilerinin mal bildirimlerini konu alan araştırma haberiyle; New York Times gazetesi New York'taki yapılaşmayı konu alan görsel haberiyle; Washington Post gazetesi yatırımcıların yaşılılardan ve yoksullardan zorla ele geçirdikleri evleri konu alan araştırma haberiyle veri gazeteciliği ödülü kazandılar.

2015 yılında veri görselleştirme dalında Wall Street Journal gazetesi "20. yüzyılda bulaşıcı hastalıklarla mücadele: aşıların etkisi" haberiyle; Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu Swiss Leaks ve Lüksemburg Leaks haberleriyle; BBC, hangi spor dalına uygunsunuz haberiyle veri gazeteciliği ödülü kazandılar.

2016 yılında BuzzFeed, gökyüzündeki casuslar haberiyle; Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu Panama Belgeleri haberiyle; La Nacion gazetesi, "değişim için açık veri gazeteciliği" projesiyle veri gazeteciliği ödülü kazandılar.

2017 yılında Wall Street Journal, popüler Broadway müzikali Hamilton'un neden bu kadar popüler olduğunu görsel grafiklerle açıkladığı haberiyle; Kanada gazetesi Globe and Mail, cinsel saldırı iddialarında polisin tavrını ele aldığı haberiyle veri gazeteciliği ödülünü kazandılar.

Ödül alan tüm haberlere değinmedim. Konuya ilgi duyanlar şu sayfayı ziyaret edebilirler.  

Türkiye'de veri gazeteciliği

Veri gazeteciliği Türkiye'de henüz yeterince ciddiye alınan bir gazetecilik pratiği değil. Geleneksel medya içinde veri gazeteciliğine ilgi duyan şimdilik yok. Bu konuda bazı çabalar da yok değil. Bu çabalardan kısaca söz etmek istiyorum. Veri gazeteciliğini Türkiye'de tanıtmaya çabalayan Dağ Medya, gerçekleştirdiği bazı projelerle verilerin nasıl görselleştirilebileceği konusunda bilgiler veriyor. Dağ Medyanın ilk projesi 2015 yılına ait. Türkiye'de 2011-2015 yılları arasındaki işçi ölümlerine ilişkin verileri Türkiye haritası üzerinde görselleştiren Dağ Medya'nın ilgili haritası üzerinde gezerek bu yıllarda hangi şehirde kaç işçinin iş kazalarında öldüğü görülebiliyor. Harita biraz daha geliştirilip örneğin sektör bazında ölümleri de gösterse daha iyi bir bilgi kaynağı haline gelebilir. Projenin eksik yanı, verileri bir habere dönüştürmemesi. 

Dağ Medya'nın bir başka projesi, Türkiye'deki İmam Hatip Liselerinin durumuyla ilgili. 2006-2015 yılları arasındaki Milli Eğitim Bakanlığı eğitim istatistiklerinden yararlanarak, İmam Hatip Liseleri sayılarındaki artış, öğrenci sayıları, öğrencilerin cinsiyeti, öğretmen sayıları, derslik sayıları gibi konularda etkileşimli grafikler hazırlanmış. Proje, Türkiye'deki lise eğitiminin durumunu göstermesi açısından önemli, ancak her yıl güncellenmesi gerekiyor.

Gazeteci Ceyda Ulukaya, Bianet tarafından sürekli güncellenen Erkek Şiddeti Çetelesi'ndeki verileri kullanarak 2010 yılından günümüze kadar olan kadın cinayetlerini haritalandırmış. Etkileşimli haritada öldürülen kadınlara ilişkin bilgiler de yer alıyor. Türkiye'de kadın cinayetlerine dikkat çekmek için oldukça işlevsel bir çalışma olduğunu söyleyebilirim.   

Türkiye'de veri gazeteciliği için en önemli sorunlardan biri, açık kaynakların sınırlı oluşu. Resmi kurumlar, kamusal nitelik taşıyan verileri paylaşmaya pek yanaşmıyorlar. Zaten bu nedenle Türkiye gibi saydamlığı politika haline getirmemiş ülkelerde veri gazeteciliği gelişmemiş durumda. Örneğin, 2012 yılından beri verilen veri gazeteciliği ödülleri için ABD'den 507, Britanya'dan 266, Almanya'dan 106, Fransa'dan 86, Avustralya'dan 70 başvuru yapılmış. Türkiye'den ise sadece 7 başvuru yapılmış, başvurulardan 1'i de Türkiye'de yaşayan Mısırlı bir gazeteci tarafından Mısır siyasetine ilişkin bir projeyle yapılmış.    

 Veri gazeteciliği, her tür bilginin giderek dijitalleştiği günümüzde klasik yöntemlerle başedilemeyecek büyüklükteki verileri anlaşılır hale getirmede önemli bir gazetecilik pratiği. Yazıyı sonlandırırken bir örnek vereyim. Türk medyasında işsizlik haberleri genellikle Türkiye İstatistik Kurumu'nun hazırladığı basın bültenine dayanılarak veriliyor. Gazeteler de bültendeki genel verilerden hareketle son derece yetersiz ve basit haberler yapıyorlar. Peki veri gazeteciliği yöntemi kullanılarak bu haberler yapılsa nasıl olurdu? Örneğin, işsizlik oranlarının illere, cinsiyete, eğitim durumuna göre, hatta mesleklere göre dağılımını haritalandırmak mümkün değil mi? TÜİK'in elinde veriler olduğuna göre, bu verileri alıp daha ayrıntılı, görselleştirilmiş, haritalandırılmış haberler de yapmak mümkün. Yeter ki bu yönde çaba gösterilsin. Üstelik bu tür haberler okurun da daha çok ilgisini çekecektir.   

Veri gazeteciliği nasıl yapılır diyecek olanlara da şu İngilizce kaynağı öneririm. Kitabın Türkçe'ye çevrileceği de duyurulmuştu, ancak çevirinin tamamlanıp tamamlanmadığını bilemiyorum.















19 Ağustos 2017 Cumartesi

DİJİTAL MEDYA BAĞIMLILIĞI VE KORKULAR: NE KADAR GERÇEK?

Televizyon ve şiddet ilişkisi üzerine çalışmalar yapan ve yetiştirme kuramıyla tanınan George Gerbner, çok televizyon izleyenlerin şiddet gösterimlerine daha fazla maruz kalmalarından dolayı dünyayı olduğundan daha tehlikeli gördüklerini söylüyordu. İlginç olan, Gerbner'in hiçbir çalışmasında "televizyon bağımlılığı" nitelemesi yapılmamasıydı. Gerbner, çok televizyon izleyenleri "heavy viewers" olarak tanımlamıştı. 

İletişim çalışmaları alanında medya ve kullanıcı ilişkisi genelde kullanımlar ve doyumlar kuramı çerçevesinde şekillendi. Bu kurama göre, insanlar medyayı belli doyumlara ulaşmak için kullanmaktaydı. Bu kuram çerçevesinde medya kullanımlarının bağımlılıkla sonuçlandığına ilişkin herhangi bir saptama yapılmadı. 


Bağımlılık bir hastalık olarak tanımlandığı için iletişim bilimcilerden çok psikologların ve psikiyatristlerin ilgi alanına giren bir konu. Psikologlar sanal bağımlılıkları tıpkı madde bağımlılıkları gibi tanımlıyorlar: "Bağımlılık kişinin kullandığı bir nesne veya yaptığı bir eylem üzerinde kontrolünü kaybetmesi ve onsuz bir yaşam sürememeye başlamasıdır."


Peki madem bağımlılık konusu iletişimcilerden çok psikologların ilgi alanına giren bir konu, öyleyse ben bu yazıyı neden yazıyorum? Bunun iki nedeni var: Birincisi, psikologların bu meseleyi abarttıklarını ve yoğun internet, sosyal medya, telefon kullanımlarını bağımlılık kavramı çerçevesinde tedavi edilmesi gereken hastalıklar olarak tanımlama eğiliminde olduklarını düşünüyorum, ki Çin dışında internet ya da oyun bağımlılığını mental bir hastalık olarak tanımlayan başka bir ülke şimdilik yok. (Orada da internet ya da oyun bağımlılığı tedavilerinin ne kadar tartışmalı olduğunu söylememe gerek yok). İkincisi de medyanın bu türden haberleri çoğu kez problemli biçimde haberleştirdiğini düşünüyorum.  


İnternet bağımlılığı ne kadar gerçek? 

1995 yılında yani henüz internetin ilkel çağında Psikiyatrist Ivan Goldbelg Amerikan Psikiyatri Derneği'nin Mental Hastalıkların Teşhisi ve İstatikleri El Kitabı'ndaki karmaşıklığı ve katılığı sergilemek için çevrimiçi psycom.net isimli duyuru panosunda şaka amaçlı bir mesaj yayımlamış ve mesajda bazı hastalarının internet bağımlılığı semptomları gösterdiğini belirtmiş. "İnternet kullanımı yüzünden sosyal ve mesleki etkinlikleri boşlamak", "internet hakkında fanteziler geliştirmek ve rüyalar görmek", "parmakları istemli ve istemsiz hareket ettirmek" gibi semptomlardan söz etmiş. Her ne kadar Goldberg şaka yaptığını ve böyle bir hastalık olmadığını söylese de, 1995'ten itibaren internet bağımlılığı yaygın biçimde tartışılmaya başlamış. Golberg, kuyuya attığı taşı kendisi şu sözlerle çıkarmaya çalışmış: "Her davranışı psikiyatrik terminoloji içine yerleştirerek tıbbileştirmek çok saçma. Eğer bağımlılık kavramını gereğinden fazla yapılan her şeyi içerecek biçimde kullanırsanız, o halde insanların kitap bağımlılığından da söz etmeniz gerekir." 


Yeşilay'ın akademik dergisi Addikta'da yayımlanan bir araştırmaya göre, Türkiye'de 12-18 yaş grubundaki gençlerin yüzde 3,6'sı internet ve teknoloji bağımlısıymış; yüzde 21,8'i de bağımlılık sınırındaymış. Dikkatimi çeken bir haber olduğu için makaleyi okumak istedim. Aykut Ünlü ve Aydoğan Aykut Ceyhan'ın "Ergenlerde İnternet ve Problemli İnternet Kullanım Davranışının İncelenmesi" başlıklı makalesi, Eskişehir'de lise öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırmanın bulgularını değerlendiriyor. Araştırmacıların, makalenin girişinde başka çalışmalara referans verirken aktardıkları bilgi haberde sanki bu araştırmanın bulgusuymuş gibi sunulmuş: "Nitekim internet bağımlılığı açısından 12- 18 yaş aralığının riskli bir dönem olduğu belirtilerek ergenlerin %3,6’sının internet bağımlılığı profili göstermekle birlikte, %21,8’inin internet bağımlılığı sınırında olduğu ortaya konmaktadır (Şimşek, Akça Kılıç & Şimşek, 2015)." Yine de araştırmada, günde 5 saat ve üstünde internet kullanımının problemli kabul edildiğine ilişkin ifadeler söz konusu: "Araştırmada ergenlerin günlük ortalama internet kullanımı süresi ile problemli internet kullanım düzeyi arasındaki ilişki de belirlenmiştir. Hesaplanan Pearson korelasyon analizi sonuçları bu değişkenler arasında pozitif yönde orta düzeyde (r = .35, p < .001) anlamlı bir ilişkinin olduğunu ortaya koymuştur. Bu sonuç internet kullanım süresi arttıkça problemli internet kullanımının da arttığına ilişkin bir fikir vermesi açısından önemlidir." 

İnternet bağımlılığın medyada ne kadar gelişigüzel kullanıldığına ilişkin bir örrnek haber Habertürk gazetesinde yayımlandı. Habere göre, nüfusunun yüzde 96'sı internet erişimine sahip olan İzlanda internet bağımlılığının en yüksek olduğu ülkeymiş. Bu mantıktan hareketle, internet erişiminin çok düşük olduğu ülkelerin halkı sevinmeli internetleri yok diye.

Depresyon, kaygı ve stres arttıkça problemli internet kullanımı artıyor mu?

Hatice Odacı ve Özkan Çıkrıkçı'nın Yeşilay'ın dergisi Addicta'da yayımlanan "Problemli İnternet Kullanımında Depresyon, Kaygı ve Stres Düzeyine Dayalı Farklılıklar" başlıklı makalesi internet kullanımıyla depresyon, kaygı ve stres düzeyleri arasındaki ilişkiler irdeleniyor. Araştırma bulgularına göre,  "Depresyon, kaygı ve stres düzeylerine dayalı olarak problemli İnternet kullanım düzeyi artmaktadır. Üniversiteli gençlerin depresyon, stres ve kaygı düzeyleri ile aynı doğrultuda problemli İnternet kullanım düzeyleri de artış göstermektedir. Başka bir ifade ile öğrencilerin depresyon, stres ve kaygı puan ortalamalarında gözlenen artış problemli İnternet kullanım düzeyini artırmaktadır." Yani araştırmacılar şunu diyor. Depresyonda olan, kaygı ve stres düzeyleri yüksek bireyler interneti problemli bir şekilde kullanmaya başlamaktadır. Yoksa tersi miydi.


İngiltere'de yapılan bir araştırmanın haberine göre, depresyonla internet bağımlılığı arasında kuvvetli bir ilişki bulunuyormuş. Ancak araştırmacılar temkinli: "Araştırmalarının aşırı internet kullanımının depresyonla bağlantılı olduğunu gösterdiğini, ancak hangisinin diğerini tetiklediğini bilmediklerini söyleyen Morrison, "Ama açık olan, küçük bir grup insan için aşırı internet kullanımı, depresif eğilimler için bir uyarı işareti olabilir" dedi. 

ABD’de gerçekleştirilen bir araştırmada da sosyal medya kullanımı ile depresyon arasında sıkı bir ilişki olduğu tespit edilmiş. Araştırmaya katılanların yüzde 25’inden fazlasında depresyon belirtileri gözlenmiş. Sosyal medya kullanım verileri ile depresyon belirtilerini karşılaştıran araştırmacılar, sosyal medyayı sık kullananların az kullananlara göre 2.7 kat daha fazla depresif olduğunu tespit etmişler. Aynı şekilde, sosyal medya kullanma süresi en uzun olanlarda depresyona rastlanma oranının, en kısa olanlara göre 1.7 kat daha fazla olduğu görülmüş. Ancak araştırmacılardan biri şunları söylemiş: "Böyle bir ilişki bulunmuş olması, sosyal medyanın insanları depresyona soktuğu anlamına gelmeyebilir. Zaten depresif olan kişiler hayatlarındaki boşluğu doldurmak için sosyal medyaya yöneliyor olabilir."

Online olamama korkusu

Milliyet'te yayımlanan habere göre, "Online olamama korkusu panik atak geçirtiyor"muş. Psikolog Melis Çekiç Güllüoğlu, online (çevrimiçi) olamama korkusu sonucu bir depresyon, kaygı bozukluğu oluşabileceğini belirterek, "Bunun sonucunda panik atak geçiren bireyler de var. Yani bu aslında 'Ne var ki bu sadece sosyal medya' denebilecek bir şey değil" demiş.

Akıllı telefon bağımlılığında Türkiye ilk sıradaymış

Uluslararası bir araştırmaya göre 39 ülke arasında telefona en yüksek bağımlılık Türkiye’deymiş. 2015 yılında Türkiye’nin de dahil olduğu 39 ülkede yürütülen araştırmaya toplamda 49 bin,  Türkiye’den ise 18-50 yaş arası 1000 akıllı telefon kullanıcısı katılmış. "Araştırmada 50 ve üzerinin bağımlılık olarak tanımlandığı günlük telefon kontrolü Türkiye’de 70 kez yapılıyor. 24 saat içinde 15 dakikada bire denk gelen bu sonuç, Rusya, Britanya, Fransa ve Almanya gibi ülkelerde 30 bandında seyrediyor. Buna göre, Türkiye’deki akıllı telefon kullanıcılarının yüzde 22’si ‘bağımlı.’ Bu grup, uyandıktan 15 dakika sonra, mutlaka sosyal medya hesaplarını veya mesajlarını kontrol ediyor. Bu grubun içindeki 10 kişinin yedisi toplu taşıma araçlarında, beşi televizyon izlerken telefonunu düzenli olarak kullanıyor." Telefonu kontrol etmek neden tek başına bağımlılık göstergesi olsun ki? 

FOMO yeni sanal hastalık mı?

Fear of Missing Out (Gelişmeleri kaçırma korkusu) olarak adlandırılan FOMO bir hastalık mı? Sabah gazetesinde yayımlanan söyleşide Üsküdar Üniversitesi Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, FOMO'yu tedavi gerektiren bir sanal hastalık olarak tanımlıyor: "Sosyal medyada fazla zaman geçirilmesiyle oluşan bu durum sonucunda kişi, bırakmayı ve durdurmayı deniyor ama başarılı olamıyor. Sosyal medya başında geçirilen zaman miktarı gittikçe artıyor. Bununla birlikte haz tatminleri azalıyor. Beyindeki ödül-ceza sistemi bozuluyor. Sanal ortamda bulunmaktan zevk alıyor bu kişiler. Bunu beyindeki ödül-ceza sistemine kaydediyorlar ve bu olmadığı zaman sanki temel ihtiyaçlarını almamış gibi hissedip huzursuz oluyorlar. Temel ihtiyaçlarını kaybettikleri zaman da korku oluşuyor. Yani bunu 'sanal uyuşturucu' olarak tanımlayabiliriz. Nasıl ki uyuşturucu kişinin muhakeme yeteneğini kaybetmesine neden oluyorsa, FOMO da kişinin bilinç kontrolünü bozuyor."

Hürriyet'te yayımlanan haberde görüşlerine yer verilen uzman psikolog Gamze Karabulut şunları söylüyor"Kendinizi basitçe kontrol edin. Sürekli sosyal medyaya bakıyorsanız, bir şeyleri kaçırmamaya çalışıyorsanız, kaçırdım korkusuyla her şeyi baştan gözden geçiriyorsanız, yaptıklarınızın saçma olduğunu düşünmenize rağmen bunları yapmaktan kendinizi alıkoyamıyorsanız, boş kalmaktan huzursuz oluyorsanız, her boş vakitte hemen sosyal medya sitelerine giriyorsanız Tıbben bir değerlendirme almanızı öneririm. Çünkü bu belirtiler fomo hastalığını işaret ediyor olabilir."

FOMO konusunda yararlı olabileceğini düşündüğüm bir araştırma makalesini buraya ekliyorum.


Sosyal medyada beğenilmeme korkusu

Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından düzenlenen "Dijital Bağımlılık" konulu İletişim Günleri etkinliğinde konuşan Yrd. Doç. Dr. Onur Noyan, “Ne kadar çok paylaşım ya da beğeni, o kadar çok haz bu da bağımlılık sarmalına yol açıyor" dedi. İçe dönük ve yalnız olmanın bağımlılığı artıran en önemli faktör olduğunu ifade eden Noyan şunları söyledi: "İnternet bağımlılığı yani interneti kullanım bozukluğu, kişinin zaman algısını bozuyor. Özellikle gece akıllı telefon kullanımıyla birlikte uyku kalitesi de yok oluyor" dedi.

İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre, çalışmaya katılan gençlerin yüzde 40'ı selfie'lerini beğenen olmazsa kendilerini kötü hissettiklerini söylemiş. Aynı araştırmaya göre, katılımcıların yüzde 35'i, kendilerine olan güvenlerinin takipçi sayılarıyla doğrudan bağlantılı olduğunu ifade etmiş. Bu araştırmanın haberleştirilmesinde ciddi sorunlar bulunduğunu daha önce yazmıştım

Sosyal medyada nazar korkusu

Bu da nereden çıktı demeyin. Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Ayda Sabuncuoğlu İnstagram üzerine bir araştırma yapmış ve paylaşımlarda en çok etiketlenen kelimelere bakmış. Araştırmanın haberine göre, en çok etiketlenen kelimelerin başında "maşallah" geliyormuş. Kullanıcılar en çok çocuklarına nazar değmesinden korkuyorlarmış. Ayda Sabuncuoğlu, insanların sosyal hayatları içerisinde kullandıkları kültürel alışkanlıklarını sanal ortama taşıdıklarını, bir yandan paylaşım yaparak beğeni almaya çalıştıklarını bir yandan da 'nazar değer' korkusuna kapıldıklarını söylüyor: “Sosyal medyanın temeli insanların birbirlerine kendi hayatlarını göstermesidir. İnsanlar bu paylaşımları sosyal medya hesaplarından yaparken kendilerini takip eden kişilere hayatlarını kıskandıracak şekilde sunuyorlar. Yaptıkları bir yemeğin, yılda bir defa gidebildikleri bir tatilin fotoğraflarını, kaldıkları otelin, yaptıkları spor aktivitelerinin ya da sevdikleri kişilerle en mutlu oldukları anların fotoğraflarını paylaşıyorlar. Dolayısıyla insanlar kendi hayatlarını bir filtreden geçirerek çevrelerinden beğeni toplayabilecek şekilde başka insanlara gösteriyorlar. Fakat burada bir çelişki oluşuyor. İnsanlar sosyal medyada beğeni toplayabilecekleri paylaşımlar yaparken diğer taraftan da yine toplum kültürünün kendilerine öğretmiş olduğu kavramlarla korkuya kapılıyor. Profilinde diğer insanları kıskandıracak fotoğraflarını paylaşan bir sosyal medya kullanıcısı bu kez 'nazar değer mi?' korkusuna kapılıp yine kültürün öğretmiş olduğu bazı önlemler almaya başlıyor ve paylaşımlarını 'maşallah', 'nazar değmesin' gibi kelimelerle etiketleyerek nazarın yaratabileceğine inandıkları olumsuz durumlardan korunmaya çalışıyor.”


Cep telefonunu kaybetme korkusu yaşıyor musunuz?

Sabah gazetesinde yayımlanan haber, "Vatandaşların yeni korkusu: Nomofobi" başlığını taşıyor. "No Mobile Phobia" yani telefondan mahrum kalma korkusu, akıllı telefonların hayatımıza girmesiyle ortaya çıkmış bir psikolojik rahatsızlık olarak tanımlanıyor. Kavram ilk olarak Britanya'da Posta Ofisi tarafından YouGov araştırma şirketine 2010 yılında yaptırılan bir araştırmada kullanıldı. Akıllı telefon kullanıcılarının kaygılarını konu alan araştırmaya göre, katılımcıların yüzde 53'ü cep telefonunu kaybetmekten, şarjının bitmesinden, internet erişimini kaybetmekten kaygı duyduklarını belirtmişti.

YouGov şirketinin 2017 Mayıs ayında ABD'de yaptığı araştırmada "cep telefonsuz kalmaya ne kadar dayanabilirsiniz" diye sormuşlar. 13-17 yaşlarındaki 253 ergenin yüzde 38'i 1 gün bile dayanamam demiş. 1 gün dayanabilirim diyenler yüzde 15, en fazla 3 gün dayanabilirim diyenler yüzde 11, en fazla 1 hafta dayanabilirim diyenler yüzde 8, 1 ay dayanabilirim diyenler yüzde 14 ve 1 aydan fazla dayanırım diyenler yüzde 25'miş.      

Milliyet'te yayımlanan habere göre, Nomofobi'nin 6 belirtisi varmış. Haberde bu belirtileri kimin hangi araştırmaya dayalı olarak tanımladığına ilişkin bir ipucu yok.  

Sosyal medya paylaşımları nedeniyle cezalandırılma korkusu

Türkiye'de sosyal medya kullanıcılarının beğenilmemek, internetsiz kalmak, cep telefonunu kaybetmek, gelişmeleri kaçırmak ya da nazara gelmek gibi korkuları pekala olabilir. Ama bence asıl korku, kişilerin sosyal medyada yazdıkları ya da paylaştıkları nedeniyle soruşturmaya uğrama, gözaltına alınma ya da işlerini kaybetme korkusudur. Bu korkuya psikologlar başka bir isim verdiler mi bilmiyorum. Psikologların tedavi edebileceklerini de sanmıyorum. Tek tedavisinin de gerçek bir demokrasi olduğunu biliyorum, çünkü insanlar sadece demokratik bir ortamda fkirlerini ifade etmekten korkmazlar. Bu korkuyu yaşayan insanların sosyal medya paylaşımlarında yoğun bir otosansür uyguladıkları, başlarına bir iş gelmesin diye paylaşımlarını azalttıkları herkesin malumu. Dolayısıyla sosyal medyayla ilişkili bir korkudan söz edeceksek, öncelikle "cezalandırılma korkusu" diyebileceğimiz korkudan söz edelim. (Bu konuda yapılmış bir araştırma var mı bilmiyorum). Alman iletişim bilimci Elizabeth Noelle-Neumann, "suskunluk sarmalı" kuramında, hakim görüş dışındaki görüşleri savunan insanların dışlanma korkusu yaşadıklarını, bu korku nedeniyle de görüşlerini açıklamaktan kaçındıklarını söylüyordu.


Son söz: Bilgisayarın başından ayrılamama, cep telefonsuz yapamama, durmaksızın oyun oynama gibi pratikler elbette kişinin gerçek yaşamında sorunlara neden olabilir ve bu sorunların giderilmesi için bazı tedaviler de gerekli olabilir. Ancak, bu konulardaki haberlerin toplumda bir tür "ahlak paniği" yarattığını düşünüyorum. Bir de şu notu ekleyeyim. İletişim bilimci Wilbur Schramm, 1961 yılında televizyonun çocuklar üzerindeki etkilerine ilişkin bir çalışmanın sonunda şunları yazmıştı: 

"Bazı televizyon içeriği bazı koşullarda bazı çocuklar için zararlıdır. Aynı koşullarda başka çocuklar için ya da farklı koşullarda aynı çocuklar için faydalı olabilir. Çoğu koşularda çocukların çoğu için televizyon belki de ne faydalıdır ne de zararlı." Bunu, günümüzde dijital medyaya yönelik kaygılara rahatlıkla uygulayabiliriz.    
       





  

16 Ağustos 2017 Çarşamba

HABER MEDYASINDA REKLAM: İÇERİK DENETLENMELİ Mİ?

Bugün (16 Temmuz 2017) haberlere göz gezdirirken T24 sitesinde haber duyurularının arasında bir advertorial (reklam haber) dikkatimi çekti. Başlıkta, "Uzaktan eğitim ile yüksek öğreniminizi tamamlayabilir, diploma sahibi olabilirsiniz!" deniyordu. başlığın hemen üzerinde de bunun bir advertorial olduğu belirtilmişti. Acaba bu nedir diye tıkladığımda karşıma, uzaktan eğitim yaptığını söyleyen bir üniversitenin web sayfası geldi. Yani link doğrudan üniversitenin web sayfasına verilmişti, advertorial falan da yoktu linkte.  

Uzaktan eğitim yaptığını iddia eden bu üniversite, sadece lisans eğitimi vermiyor, yüksek lisans ve doktora eğitimi de veriyormuş. Üstelik herhangi bir sınava girmenize de gerek yokmuş. Kolay diploma almanın güzel bir yolu olsa gerek. Hayırlı olsun. Olsun da, küçük bir sorun var. Verdiği diplomaların YÖK denkliği yokmuş. Aslında diplomalarının YÖK denkliği olmadığını "Sıkça sorulan sorular" bölümünde açıklamışlar. 

Her neyse, asıl üzerinde durmak istediğim konu, haber medyasının yayımladığı ilan, reklam, advertorial (reklam haber) içeriğinden sorumlu olup olmadığı. Sorumluysa, bu sorumluluğunu nasıl yerine getireceği. 

Bir Hürriyet okuru, okur temsilcisine yazdığı şikayet mektubunda şunları söylemiş: "29 Temmuz’da M... cep telefonunun tam sayfa reklamı vardı. Servis güvencesi ve GSM şirketinin de adı vardı reklamda.  Memur maaşımla taksitle aldım. Piyasanın en kötü, geri teknolojiye sahip telefonuymuş. Bir SMS için öğleye kadar uğraştım. Şirket de ilgilenmedi. Bize ne kardeşim, bakaydın soraydın demeyin. Ben reklama değil gazeteme güvendim.” Okur temsilcisi Faruk Bildirici cevap olarak şunları yazdı: "Elbette bir reklamda tanıtılan ürün, Hürriyet’in güvencesinde değil. Reklamlar, Hürriyet’ten ve tabii yayınlandığı medya kuruluşundan tamamen bağımsız, onların sorumluluğunda olmayan tanıtımlardır. Ama bir de şu taraftan baktım okurun yazdıklarına; okur, gazetesiyle nasıl bir güven ilişkisi kurmuş ki, orada yayınlanan reklama da aynı güveni duyuyor. Gazetesinde yayınlanmış olması reklamdaki markadan daha önemli onun gözünde. Gördüğü bir aksaklığın gazetesiyle kurduğu güven ilişkisini zedelemesi de doğal."  

Türkiye'de haber medyasının, yasal mevzuat dışında reklama ilişkin ayrıntılı politikaları yok. Belki pratikte vardır da yayımlamıyorlardır bilemem. 

Öte yandan, etik belgelerde haber ve reklam metinlerinin ayrılması gerektiğine ilişkin hükümler söz konusu:

"Haber ve yorum metinleri veya görüntüleri ile İlan - reklam amaçlı metinlerin ayrımı hiç bir karışıklığa yer bırakmayacak ölçüde yapılmalıdır" (TGC Türkiye Gazetecilik Hak ve Sorumluluk Bildirgesi). 

"İlan ve reklam niteliğindeki yayınların bu nitelikleri, tereddüde yer bırakmayacak şekilde belirtilir" (Basın Konseyi Basın Meslek İlkeleri).

"İlan ve reklam niteliğindeki yayınların bu nitelikleri hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde belirtilir. Haber veya yazının unsurlarından olmadığı sürece şirketler ile ticarî ürünlerin isim ve markası kullanılamaz. İlan - reklam kaynaklarından herhangi bir telkin, tavsiye ile haber yapılmaz" (Doğan Holding Yazılı Basın Yayın İlkeleri).

Banker skandalı ve reklamlar

12 Eylül rejimin Başbakanı Turgut Özal'ın uygulamaya soktuğu neo-liberal politikalar çerçevesinde faizler serbest bırakılınca 1981 yılında banker furyası başladı. Yüksek faizlerle para toplayan bankerler sadece gazetelere reklamlar vermiyordu, banker reklamları dönemin TRT'sinde de yayımlanıyordu. Dönemin ünlü sinema oyuncuları da reklamlarda rol alıyordu. Banker skandalında elbette asıl sorumlunun hükümetin politikaları olduğunu söyleyelim, ancak medyanın da reklamlar ve haberler aracılığıyla toplumu ikna etmede oynadığı rolü göz ardı etmeyelim.

100 numaralı adam (reklam konulu film)

Osman Seden'in 100 Numaralı Adam filminde Kemal Sunal bir şirketin reklam yüzü olur ve kalitesiz ürünlerin reklamlarında oynar. Filmdeki sahnelerden birinde Kemal Sunal ile onu seven teyzeler arasında şu diyaloglar geçiyor:
- Biz seni çok seviyoruz, ama çok dargınız.
- Naaptım ki teyze?
- O kadar methettiğin konserve var ya, ne pis şey o öyle oğlum, ne pis kokuyor. Bizim bey ağzına koymadı valla.
- Bana iyi demişlerdi. Sen söylesene? (Oya Aydoğan'a)
- Biz senin gibi milyonlar kazanamıyoruz, neden paramızı o kokmuş şeylere verdiriyorsun? Biz sana inandık bir kere oğlum.
- Bana mı?
- Bir daha aldatma bizi, vallahi gücenirim.
- Affedersin teyze, bir daha yapmam.

Bu filmde de anlatıldığı gibi, tüketici reklamda oynayana güven duyuyor, kendisini aldatmayacağını düşünüyor. Aynı şey, reklamı yayımlayan mecra için de geçerli. 

Türkiye haber medyasının reklamlarla ilgili ayrıntılı politikaları yok ama Batı medyasında durum farklı. Guardian gazetesinin reklamlarla ilgili oldukça ayrıntılı bir düzenlemesi var. Bu belgeye göre"Guardian eğer reklamı uygunsuz bulursa ya da anlaşma koşullarına aykırı bulursa yayımlamayı reddedebilir, anlaşmayı iptal edebilir ya da değişiklik talep edebilir. Reklam veren, reklamda aktarılan bilgilerin doğru, tam, gerçeğe uygun olduğu ve yanıltıcı bilgiler içermediği; reklamda adı ya da görüntüsü olan kişilerden onay alındığı; reklamın yasalara, edebe uygun, dürüst ve doğru olduğu güvencesini vermek zorundadır."

New York Times gazetesinin reklam politikasına göre, şu türden reklamlar kabul edilemez:
- Yanıltıcı olan, yanlış bilgiler içeren ya da hileli olan reklamlar. 
- Yasadışı ürünlerin reklamları. 
- Uygunsuz içerik, dil, şiddet ve cinsellik içeren reklamlar.
- Dinsel, ırksal ya da etnik açıdan gereksiz bir şekilde saldırganlık içeren reklamlar
- New York Times'ın biçem ve içeriğini taklit eden reklamlar.
- Kumar reklamları,
- Sponsoru belirsiz reklamlar.
- Uygunsuz bloglara veya sitelere yönlendiren reklamlar
- Tütün reklamları,
- Ateşli silah reklamları
- Diyet hapı reklamları
- Irk, din, cinsiyet, yaş ayrımcılığı içeren reklamlar.

Kanada'da yayımlanan The Globe and Mail gazetesinin reklam politikası da yayıncıya sorumluluk yüklüyor: "Tüm reklamlar, içeriği, konusu, yayın tarihi, sayfadaki konumu vb açısından yayıncının denetimine ve onayına tabidir. Reklamlar yayıncının koyduğu standartlara uygun olmak zorundadır."

Örnek karar

KKTC'de Medya Etik Kurulu başkanlığı yaptığım dönemde bir gazetede yayımlanan ilana ilişkin şikayet almıştık. Kurul, nefret söylemi içeren ilana ilişkin şu kararı vermişti: "Kurulumuz... yayımlanan ilanda ayrımcı, aşağılayıcı, düşmanlık içeren ve önyargılı ifadelere yer verildiği kanaatine ulaşmıştır. Kişilerin ve sivil toplum örgütlerinin ifade özgürlüğü çerçevesinde farklı ve aykırı görüşlerini özgürce ifade edebilmeleri bir insan hakkıdır. Ancak bu hak sınırsız değildir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğünü tanımlayan 10. maddesinde, bu özgürlüğün hangi koşullarda sınırlanacağı açıkça belirtilmiştir. Bu madde çerçevesinde, nefret söyleminin hukuksal korumaya sahip olmadığı açıktır. Medya Etik Kurulu olarak, medyanın sadece yayımladığı haberlerde ve yorumlarda değil, reklam ve ilanlarda da nefret söylemine aracılık etmememesi gerektiğini düşünüyoruz. Havadis gazetesi, bu ilânı yayımlamakla, Gazetecilik Meslek İlkeleri içinde yer alan, 'Irka, milliyete, etnik kökene, cinsel kimliğe, cinsel yönelime, dile, dine ve mezhebe yönelik ayrımcılığı teşvik edecek yayın yapılmamalıdır,' şeklindeki ilkeyi ihlâl etmiştir. Kurulumuz, Havadis gazetesini uyarma ve benzer durumlarda daha dikkatli olmaya davet etme kararı almıştır." 

Şimdi tekrar başa dönelim ve soruyu soralım. Haber medyası yayımladığı reklam içeriğinden sorumlu mudur? Evet sorumludur. Örneğin yasadışı bir ürünün ya da hizmetin reklamını yayımlayamaz, nefret söylemine aracılık edemez, yanıltıcı reklamlara yer veremez. Peki bu sorumluluğunu nasıl yerine getirecek? Elbette içerik denetimi yaparak ve içerikte aktarılan bilginin doğruluğunu ve uygunluğunu güvenceye alarak yapacaktır denetimi.

Bu bağlamda, T24'te yayımlanan advertorial (haber reklam) nasıl değerlendirilmeli? Reklamda adı geçen üniversitenin verdiği diplomaların YÖK denkliği taşımaması önemli bir sorun değil mi? T24 bence bu advertorial'ı yayımlamak yerine, bu türden üniversitelerde nasıl eğitim verildiğini araştıran bir haber yapmalıydı öncelikle. Bir sitem de YÖK'e. Türkiye'deki yüksek öğretim alanından sorumlu olan bir kurum nasıl olur da uzaktan eğitim verdiğini iddia eden bir üniversitenin ülkede faaliyet göstermesine, öğrenci almasına seyirci kalır, anlaşılır gibi değil.  










HABER SİTELERİ / 2022-2023

 2022-2023 eğitim yılı Güz döneminde Üsküdar İletişim'de verdiğim Gazeteciliğe Giriş dersi kapsamında öğencilerimin açtığı haber siteler...