19 Ağustos 2017 Cumartesi

DİJİTAL MEDYA BAĞIMLILIĞI VE KORKULAR: NE KADAR GERÇEK?

Televizyon ve şiddet ilişkisi üzerine çalışmalar yapan ve yetiştirme kuramıyla tanınan George Gerbner, çok televizyon izleyenlerin şiddet gösterimlerine daha fazla maruz kalmalarından dolayı dünyayı olduğundan daha tehlikeli gördüklerini söylüyordu. İlginç olan, Gerbner'in hiçbir çalışmasında "televizyon bağımlılığı" nitelemesi yapılmamasıydı. Gerbner, çok televizyon izleyenleri "heavy viewers" olarak tanımlamıştı. 

İletişim çalışmaları alanında medya ve kullanıcı ilişkisi genelde kullanımlar ve doyumlar kuramı çerçevesinde şekillendi. Bu kurama göre, insanlar medyayı belli doyumlara ulaşmak için kullanmaktaydı. Bu kuram çerçevesinde medya kullanımlarının bağımlılıkla sonuçlandığına ilişkin herhangi bir saptama yapılmadı. 


Bağımlılık bir hastalık olarak tanımlandığı için iletişim bilimcilerden çok psikologların ve psikiyatristlerin ilgi alanına giren bir konu. Psikologlar sanal bağımlılıkları tıpkı madde bağımlılıkları gibi tanımlıyorlar: "Bağımlılık kişinin kullandığı bir nesne veya yaptığı bir eylem üzerinde kontrolünü kaybetmesi ve onsuz bir yaşam sürememeye başlamasıdır."


Peki madem bağımlılık konusu iletişimcilerden çok psikologların ilgi alanına giren bir konu, öyleyse ben bu yazıyı neden yazıyorum? Bunun iki nedeni var: Birincisi, psikologların bu meseleyi abarttıklarını ve yoğun internet, sosyal medya, telefon kullanımlarını bağımlılık kavramı çerçevesinde tedavi edilmesi gereken hastalıklar olarak tanımlama eğiliminde olduklarını düşünüyorum, ki Çin dışında internet ya da oyun bağımlılığını mental bir hastalık olarak tanımlayan başka bir ülke şimdilik yok. (Orada da internet ya da oyun bağımlılığı tedavilerinin ne kadar tartışmalı olduğunu söylememe gerek yok). İkincisi de medyanın bu türden haberleri çoğu kez problemli biçimde haberleştirdiğini düşünüyorum.  


İnternet bağımlılığı ne kadar gerçek? 

1995 yılında yani henüz internetin ilkel çağında Psikiyatrist Ivan Goldbelg Amerikan Psikiyatri Derneği'nin Mental Hastalıkların Teşhisi ve İstatikleri El Kitabı'ndaki karmaşıklığı ve katılığı sergilemek için çevrimiçi psycom.net isimli duyuru panosunda şaka amaçlı bir mesaj yayımlamış ve mesajda bazı hastalarının internet bağımlılığı semptomları gösterdiğini belirtmiş. "İnternet kullanımı yüzünden sosyal ve mesleki etkinlikleri boşlamak", "internet hakkında fanteziler geliştirmek ve rüyalar görmek", "parmakları istemli ve istemsiz hareket ettirmek" gibi semptomlardan söz etmiş. Her ne kadar Goldberg şaka yaptığını ve böyle bir hastalık olmadığını söylese de, 1995'ten itibaren internet bağımlılığı yaygın biçimde tartışılmaya başlamış. Golberg, kuyuya attığı taşı kendisi şu sözlerle çıkarmaya çalışmış: "Her davranışı psikiyatrik terminoloji içine yerleştirerek tıbbileştirmek çok saçma. Eğer bağımlılık kavramını gereğinden fazla yapılan her şeyi içerecek biçimde kullanırsanız, o halde insanların kitap bağımlılığından da söz etmeniz gerekir." 


Yeşilay'ın akademik dergisi Addikta'da yayımlanan bir araştırmaya göre, Türkiye'de 12-18 yaş grubundaki gençlerin yüzde 3,6'sı internet ve teknoloji bağımlısıymış; yüzde 21,8'i de bağımlılık sınırındaymış. Dikkatimi çeken bir haber olduğu için makaleyi okumak istedim. Aykut Ünlü ve Aydoğan Aykut Ceyhan'ın "Ergenlerde İnternet ve Problemli İnternet Kullanım Davranışının İncelenmesi" başlıklı makalesi, Eskişehir'de lise öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırmanın bulgularını değerlendiriyor. Araştırmacıların, makalenin girişinde başka çalışmalara referans verirken aktardıkları bilgi haberde sanki bu araştırmanın bulgusuymuş gibi sunulmuş: "Nitekim internet bağımlılığı açısından 12- 18 yaş aralığının riskli bir dönem olduğu belirtilerek ergenlerin %3,6’sının internet bağımlılığı profili göstermekle birlikte, %21,8’inin internet bağımlılığı sınırında olduğu ortaya konmaktadır (Şimşek, Akça Kılıç & Şimşek, 2015)." Yine de araştırmada, günde 5 saat ve üstünde internet kullanımının problemli kabul edildiğine ilişkin ifadeler söz konusu: "Araştırmada ergenlerin günlük ortalama internet kullanımı süresi ile problemli internet kullanım düzeyi arasındaki ilişki de belirlenmiştir. Hesaplanan Pearson korelasyon analizi sonuçları bu değişkenler arasında pozitif yönde orta düzeyde (r = .35, p < .001) anlamlı bir ilişkinin olduğunu ortaya koymuştur. Bu sonuç internet kullanım süresi arttıkça problemli internet kullanımının da arttığına ilişkin bir fikir vermesi açısından önemlidir." 

İnternet bağımlılığın medyada ne kadar gelişigüzel kullanıldığına ilişkin bir örrnek haber Habertürk gazetesinde yayımlandı. Habere göre, nüfusunun yüzde 96'sı internet erişimine sahip olan İzlanda internet bağımlılığının en yüksek olduğu ülkeymiş. Bu mantıktan hareketle, internet erişiminin çok düşük olduğu ülkelerin halkı sevinmeli internetleri yok diye.

Depresyon, kaygı ve stres arttıkça problemli internet kullanımı artıyor mu?

Hatice Odacı ve Özkan Çıkrıkçı'nın Yeşilay'ın dergisi Addicta'da yayımlanan "Problemli İnternet Kullanımında Depresyon, Kaygı ve Stres Düzeyine Dayalı Farklılıklar" başlıklı makalesi internet kullanımıyla depresyon, kaygı ve stres düzeyleri arasındaki ilişkiler irdeleniyor. Araştırma bulgularına göre,  "Depresyon, kaygı ve stres düzeylerine dayalı olarak problemli İnternet kullanım düzeyi artmaktadır. Üniversiteli gençlerin depresyon, stres ve kaygı düzeyleri ile aynı doğrultuda problemli İnternet kullanım düzeyleri de artış göstermektedir. Başka bir ifade ile öğrencilerin depresyon, stres ve kaygı puan ortalamalarında gözlenen artış problemli İnternet kullanım düzeyini artırmaktadır." Yani araştırmacılar şunu diyor. Depresyonda olan, kaygı ve stres düzeyleri yüksek bireyler interneti problemli bir şekilde kullanmaya başlamaktadır. Yoksa tersi miydi.


İngiltere'de yapılan bir araştırmanın haberine göre, depresyonla internet bağımlılığı arasında kuvvetli bir ilişki bulunuyormuş. Ancak araştırmacılar temkinli: "Araştırmalarının aşırı internet kullanımının depresyonla bağlantılı olduğunu gösterdiğini, ancak hangisinin diğerini tetiklediğini bilmediklerini söyleyen Morrison, "Ama açık olan, küçük bir grup insan için aşırı internet kullanımı, depresif eğilimler için bir uyarı işareti olabilir" dedi. 

ABD’de gerçekleştirilen bir araştırmada da sosyal medya kullanımı ile depresyon arasında sıkı bir ilişki olduğu tespit edilmiş. Araştırmaya katılanların yüzde 25’inden fazlasında depresyon belirtileri gözlenmiş. Sosyal medya kullanım verileri ile depresyon belirtilerini karşılaştıran araştırmacılar, sosyal medyayı sık kullananların az kullananlara göre 2.7 kat daha fazla depresif olduğunu tespit etmişler. Aynı şekilde, sosyal medya kullanma süresi en uzun olanlarda depresyona rastlanma oranının, en kısa olanlara göre 1.7 kat daha fazla olduğu görülmüş. Ancak araştırmacılardan biri şunları söylemiş: "Böyle bir ilişki bulunmuş olması, sosyal medyanın insanları depresyona soktuğu anlamına gelmeyebilir. Zaten depresif olan kişiler hayatlarındaki boşluğu doldurmak için sosyal medyaya yöneliyor olabilir."

Online olamama korkusu

Milliyet'te yayımlanan habere göre, "Online olamama korkusu panik atak geçirtiyor"muş. Psikolog Melis Çekiç Güllüoğlu, online (çevrimiçi) olamama korkusu sonucu bir depresyon, kaygı bozukluğu oluşabileceğini belirterek, "Bunun sonucunda panik atak geçiren bireyler de var. Yani bu aslında 'Ne var ki bu sadece sosyal medya' denebilecek bir şey değil" demiş.

Akıllı telefon bağımlılığında Türkiye ilk sıradaymış

Uluslararası bir araştırmaya göre 39 ülke arasında telefona en yüksek bağımlılık Türkiye’deymiş. 2015 yılında Türkiye’nin de dahil olduğu 39 ülkede yürütülen araştırmaya toplamda 49 bin,  Türkiye’den ise 18-50 yaş arası 1000 akıllı telefon kullanıcısı katılmış. "Araştırmada 50 ve üzerinin bağımlılık olarak tanımlandığı günlük telefon kontrolü Türkiye’de 70 kez yapılıyor. 24 saat içinde 15 dakikada bire denk gelen bu sonuç, Rusya, Britanya, Fransa ve Almanya gibi ülkelerde 30 bandında seyrediyor. Buna göre, Türkiye’deki akıllı telefon kullanıcılarının yüzde 22’si ‘bağımlı.’ Bu grup, uyandıktan 15 dakika sonra, mutlaka sosyal medya hesaplarını veya mesajlarını kontrol ediyor. Bu grubun içindeki 10 kişinin yedisi toplu taşıma araçlarında, beşi televizyon izlerken telefonunu düzenli olarak kullanıyor." Telefonu kontrol etmek neden tek başına bağımlılık göstergesi olsun ki? 

FOMO yeni sanal hastalık mı?

Fear of Missing Out (Gelişmeleri kaçırma korkusu) olarak adlandırılan FOMO bir hastalık mı? Sabah gazetesinde yayımlanan söyleşide Üsküdar Üniversitesi Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, FOMO'yu tedavi gerektiren bir sanal hastalık olarak tanımlıyor: "Sosyal medyada fazla zaman geçirilmesiyle oluşan bu durum sonucunda kişi, bırakmayı ve durdurmayı deniyor ama başarılı olamıyor. Sosyal medya başında geçirilen zaman miktarı gittikçe artıyor. Bununla birlikte haz tatminleri azalıyor. Beyindeki ödül-ceza sistemi bozuluyor. Sanal ortamda bulunmaktan zevk alıyor bu kişiler. Bunu beyindeki ödül-ceza sistemine kaydediyorlar ve bu olmadığı zaman sanki temel ihtiyaçlarını almamış gibi hissedip huzursuz oluyorlar. Temel ihtiyaçlarını kaybettikleri zaman da korku oluşuyor. Yani bunu 'sanal uyuşturucu' olarak tanımlayabiliriz. Nasıl ki uyuşturucu kişinin muhakeme yeteneğini kaybetmesine neden oluyorsa, FOMO da kişinin bilinç kontrolünü bozuyor."

Hürriyet'te yayımlanan haberde görüşlerine yer verilen uzman psikolog Gamze Karabulut şunları söylüyor"Kendinizi basitçe kontrol edin. Sürekli sosyal medyaya bakıyorsanız, bir şeyleri kaçırmamaya çalışıyorsanız, kaçırdım korkusuyla her şeyi baştan gözden geçiriyorsanız, yaptıklarınızın saçma olduğunu düşünmenize rağmen bunları yapmaktan kendinizi alıkoyamıyorsanız, boş kalmaktan huzursuz oluyorsanız, her boş vakitte hemen sosyal medya sitelerine giriyorsanız Tıbben bir değerlendirme almanızı öneririm. Çünkü bu belirtiler fomo hastalığını işaret ediyor olabilir."

FOMO konusunda yararlı olabileceğini düşündüğüm bir araştırma makalesini buraya ekliyorum.


Sosyal medyada beğenilmeme korkusu

Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından düzenlenen "Dijital Bağımlılık" konulu İletişim Günleri etkinliğinde konuşan Yrd. Doç. Dr. Onur Noyan, “Ne kadar çok paylaşım ya da beğeni, o kadar çok haz bu da bağımlılık sarmalına yol açıyor" dedi. İçe dönük ve yalnız olmanın bağımlılığı artıran en önemli faktör olduğunu ifade eden Noyan şunları söyledi: "İnternet bağımlılığı yani interneti kullanım bozukluğu, kişinin zaman algısını bozuyor. Özellikle gece akıllı telefon kullanımıyla birlikte uyku kalitesi de yok oluyor" dedi.

İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre, çalışmaya katılan gençlerin yüzde 40'ı selfie'lerini beğenen olmazsa kendilerini kötü hissettiklerini söylemiş. Aynı araştırmaya göre, katılımcıların yüzde 35'i, kendilerine olan güvenlerinin takipçi sayılarıyla doğrudan bağlantılı olduğunu ifade etmiş. Bu araştırmanın haberleştirilmesinde ciddi sorunlar bulunduğunu daha önce yazmıştım

Sosyal medyada nazar korkusu

Bu da nereden çıktı demeyin. Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Ayda Sabuncuoğlu İnstagram üzerine bir araştırma yapmış ve paylaşımlarda en çok etiketlenen kelimelere bakmış. Araştırmanın haberine göre, en çok etiketlenen kelimelerin başında "maşallah" geliyormuş. Kullanıcılar en çok çocuklarına nazar değmesinden korkuyorlarmış. Ayda Sabuncuoğlu, insanların sosyal hayatları içerisinde kullandıkları kültürel alışkanlıklarını sanal ortama taşıdıklarını, bir yandan paylaşım yaparak beğeni almaya çalıştıklarını bir yandan da 'nazar değer' korkusuna kapıldıklarını söylüyor: “Sosyal medyanın temeli insanların birbirlerine kendi hayatlarını göstermesidir. İnsanlar bu paylaşımları sosyal medya hesaplarından yaparken kendilerini takip eden kişilere hayatlarını kıskandıracak şekilde sunuyorlar. Yaptıkları bir yemeğin, yılda bir defa gidebildikleri bir tatilin fotoğraflarını, kaldıkları otelin, yaptıkları spor aktivitelerinin ya da sevdikleri kişilerle en mutlu oldukları anların fotoğraflarını paylaşıyorlar. Dolayısıyla insanlar kendi hayatlarını bir filtreden geçirerek çevrelerinden beğeni toplayabilecek şekilde başka insanlara gösteriyorlar. Fakat burada bir çelişki oluşuyor. İnsanlar sosyal medyada beğeni toplayabilecekleri paylaşımlar yaparken diğer taraftan da yine toplum kültürünün kendilerine öğretmiş olduğu kavramlarla korkuya kapılıyor. Profilinde diğer insanları kıskandıracak fotoğraflarını paylaşan bir sosyal medya kullanıcısı bu kez 'nazar değer mi?' korkusuna kapılıp yine kültürün öğretmiş olduğu bazı önlemler almaya başlıyor ve paylaşımlarını 'maşallah', 'nazar değmesin' gibi kelimelerle etiketleyerek nazarın yaratabileceğine inandıkları olumsuz durumlardan korunmaya çalışıyor.”


Cep telefonunu kaybetme korkusu yaşıyor musunuz?

Sabah gazetesinde yayımlanan haber, "Vatandaşların yeni korkusu: Nomofobi" başlığını taşıyor. "No Mobile Phobia" yani telefondan mahrum kalma korkusu, akıllı telefonların hayatımıza girmesiyle ortaya çıkmış bir psikolojik rahatsızlık olarak tanımlanıyor. Kavram ilk olarak Britanya'da Posta Ofisi tarafından YouGov araştırma şirketine 2010 yılında yaptırılan bir araştırmada kullanıldı. Akıllı telefon kullanıcılarının kaygılarını konu alan araştırmaya göre, katılımcıların yüzde 53'ü cep telefonunu kaybetmekten, şarjının bitmesinden, internet erişimini kaybetmekten kaygı duyduklarını belirtmişti.

YouGov şirketinin 2017 Mayıs ayında ABD'de yaptığı araştırmada "cep telefonsuz kalmaya ne kadar dayanabilirsiniz" diye sormuşlar. 13-17 yaşlarındaki 253 ergenin yüzde 38'i 1 gün bile dayanamam demiş. 1 gün dayanabilirim diyenler yüzde 15, en fazla 3 gün dayanabilirim diyenler yüzde 11, en fazla 1 hafta dayanabilirim diyenler yüzde 8, 1 ay dayanabilirim diyenler yüzde 14 ve 1 aydan fazla dayanırım diyenler yüzde 25'miş.      

Milliyet'te yayımlanan habere göre, Nomofobi'nin 6 belirtisi varmış. Haberde bu belirtileri kimin hangi araştırmaya dayalı olarak tanımladığına ilişkin bir ipucu yok.  

Sosyal medya paylaşımları nedeniyle cezalandırılma korkusu

Türkiye'de sosyal medya kullanıcılarının beğenilmemek, internetsiz kalmak, cep telefonunu kaybetmek, gelişmeleri kaçırmak ya da nazara gelmek gibi korkuları pekala olabilir. Ama bence asıl korku, kişilerin sosyal medyada yazdıkları ya da paylaştıkları nedeniyle soruşturmaya uğrama, gözaltına alınma ya da işlerini kaybetme korkusudur. Bu korkuya psikologlar başka bir isim verdiler mi bilmiyorum. Psikologların tedavi edebileceklerini de sanmıyorum. Tek tedavisinin de gerçek bir demokrasi olduğunu biliyorum, çünkü insanlar sadece demokratik bir ortamda fkirlerini ifade etmekten korkmazlar. Bu korkuyu yaşayan insanların sosyal medya paylaşımlarında yoğun bir otosansür uyguladıkları, başlarına bir iş gelmesin diye paylaşımlarını azalttıkları herkesin malumu. Dolayısıyla sosyal medyayla ilişkili bir korkudan söz edeceksek, öncelikle "cezalandırılma korkusu" diyebileceğimiz korkudan söz edelim. (Bu konuda yapılmış bir araştırma var mı bilmiyorum). Alman iletişim bilimci Elizabeth Noelle-Neumann, "suskunluk sarmalı" kuramında, hakim görüş dışındaki görüşleri savunan insanların dışlanma korkusu yaşadıklarını, bu korku nedeniyle de görüşlerini açıklamaktan kaçındıklarını söylüyordu.


Son söz: Bilgisayarın başından ayrılamama, cep telefonsuz yapamama, durmaksızın oyun oynama gibi pratikler elbette kişinin gerçek yaşamında sorunlara neden olabilir ve bu sorunların giderilmesi için bazı tedaviler de gerekli olabilir. Ancak, bu konulardaki haberlerin toplumda bir tür "ahlak paniği" yarattığını düşünüyorum. Bir de şu notu ekleyeyim. İletişim bilimci Wilbur Schramm, 1961 yılında televizyonun çocuklar üzerindeki etkilerine ilişkin bir çalışmanın sonunda şunları yazmıştı: 

"Bazı televizyon içeriği bazı koşullarda bazı çocuklar için zararlıdır. Aynı koşullarda başka çocuklar için ya da farklı koşullarda aynı çocuklar için faydalı olabilir. Çoğu koşularda çocukların çoğu için televizyon belki de ne faydalıdır ne de zararlı." Bunu, günümüzde dijital medyaya yönelik kaygılara rahatlıkla uygulayabiliriz.    
       





  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Chat GPT ile yapay zekânın gazetecilikte kullanımını konuştuk

Chat GPT seninle yapay zek â nın gazetecilikte kullanımına ilişkin bir röportaj yapabilir miyiz? Tabii ki! Yapay zek â nın gazetecilikteki...